Cumartesi, Aralık 18, 2010

Zor tabiat..

'temper' kelimesini nasıl çevirirsiniz? Fevrilik olabilir mi? Tabi, sonuçta bu negatif çağrışımlı bir kelime..'a sweet temper' duydum mu? hayır. 'Sweet nature/amiable nature' denir.. Bu 'amiable' sözcüğü de Jane Austen sözcüklerindendir.. neyse.. uzun lafın kısası bu 'temper' illeti bende var. Ne yapabilirim bu konuda? Etrafımdaki sevdiğim insanları gücendiriyorum, atmosferi deliyorum.. Haklı olsam da ne fark eder?

Bugün çocukluk arkadaşlarımla beraberdim. Bende güzelce tüm gün oturduk. Akşama doğru bizim çocuklar- artık hangisi bilmiyorum- bugün oyuncak gelen twister halkalarını benim Yumoşumun başına geçirmeyi akıl etmiş- ki bu benim minik kuşun akıl edeceği bir şey asla olamaz, neyse (sinirim hala geçmemiş galiba)- boynuna koyalım derken - ki öbür çocuğun evinde de bir kedicik var!- benim Yumoş pıt diye ön ayaklarını da halkanın içine geçiriverip,sonra da can havliyle kaçmış.. salona vardığında can çekişiyor gibi sesler çıkarmakla kalmayıp, her tarafı döküp dağıtacak türde panikle koşturuyordu.. twister halkaları- 2 tane!-ön ayakları ile göğsü arasına sıkışmış. bayağı bir süre hiçbirimizi yaklaştırmadı. sonra ben sakinleştirerek çıkarabildim. fakat bu arada çocuklara çok sıkı bir ültimatom çektim.. Kim yaptı bunu?? Her kimin fikriydiyse onunla ağır konuşacağım!! şeklinde.. Ve evet, işte bunları keşke söylemeseydim. Bunu duyan anne için de gayet gücendirici bir şey bu. Fakat o an, korkumdan dönüp de hayvana bakamadım bile- o kadar inliyordu ki, bir tarafı ya kesildi, ya da koptu dedim. neyse ki sadece plastik twisterlar sıkışmış..

İşte bu. Bir bu mu? 1 saat sonra, Teo'nun matematik fasiküllerini arkadaşıma göstereyim diye odasına gidiyorum.. oh! bizim çocuklar cam boyası ile tutmuşlar odanın camına bir güzel grafitti modunda içlerini dökmüşler! Tabi yine tepem attı, orada oğluma bir söylev verdim.. Sonra da aldırdım ellerine cam bezlerini, bir güzel sildirdim camları, neyse ki çıktı! bilemiyorum.

Bu fevri tabiatım sayesinde, haklıyken haksız hale düşüyorum. O an sanki içimden acaip şeyler kırılıyor, dökülüyor, saçılıyor.. Sorumlusunu bulup hesabını sormak o pisliği temizlemekten çok daha önemli görünüyor- o an öyle yaşanıyor- bul, cezalandır!!! bul, cezalandır!! sonra? ortalığı da topla, temizle, süpür...yani şöyle: olay senin dışında değil sanki içinde olmuş, onun hesabını sor.. yani içini ortalığa dök, boşalt.. sonra, dışardaki pislik bu şekilde 2 misline çıksın.. Sonra ikisini de topla bakalım, toplanabiliyor MU? Zor! Bilmem anlatabildim mi..

İçimizdeki dünyayı dışımızdaki dünyadan ayırt mı etmemiz gerekli bu şekilde? Sanırım evet. kopuk mu olmalı bu ikisi?asla! ama ayarı ne bunun? çizgisi ne? aklıma türlü cevaplar geliyor ama bunlar sadece akıl yürütmelerden ibaret. bu kadar akıl gemisine de kimin ihtiyacı olur ki??

sevgiler

Cuma, Aralık 10, 2010

ne yazsam ne yazsam..

Yazacak fazla bir şey yok derim ama, birazdan bir tren dolusu konu belirecek, hiç şüphem yok!
Önce, yeni beslenme düzenimden bahsedeyim.

Ben kilolu bir insan değilim. Muhtemelen sadece ortaokulda gürbüz dönemlerim olmuştur. sonra balıketi dönemlerim.. sonra çalışmaya başlayınca küçüldüm tabi.. yıllar sonra doğumun ardından zayıfladım resmen. şu an normal durumdayım.. BMI hesaplarım 20-21 arası. fakat yaşla beraber değişik yeme arzuları, acıkmadan yiyip durmalar, ikramlara ne olursa olsun (eskiden 'ya yesem mi, ben buna pek de bayılmam hani' derdim) balıklama atlamalar, ay keyfini çıkarayım şu sabahın deyip ekmek üstüne ekmekler ve bir de yeni hasıl olan şu tereyağ aşkı! Kesin Fransız filmlerinden.. Ama tabi ki her kültürel olguyu fetiş haline sokan Amerikan yapımları bu filmler! Şu merak saldığım "food blogları".. halbuki ben genelde her tür bedensel faaliyeti ikincil merak alanım olarak bilirim! Nerden çıktıysa bütün bunlar şimdi??

Sonra, hareket azlığı.
Derken yavaş yavaş 38 bedenin üst sınırına yaklaşmalar.. "Bana ne, aldırmıyorum" diyen diretmeler, kendinle inatlaşmalar, 'bu imgeler yüzyılımızın şuuraltı modelleri, aş bunu" diyen ve kendini sinir eden ukala etellektüel tavırlar.. Ama dobişleşiyorsun işte! Bu acaip akılları sağlıklı ve normal kilonda da üretebilirsin, ama kilo bir alındı mı, gel de ver! Hem niye hayatını bu acaip entel fikirlerin arenası haline sokasın ki? Evet, işte ben bunu yapabiliyorum. Sonra kendi kendime ne ettiğimi fark ettiğimde de pes diyorum.. İçimdeki cadıya pes! Ben yokken bana neler yapmış!

Bu cadı, böyle böyle aklı evvel diretmeleri ile midemi de hasta etti benim. Reflüm var şimdi! Gerçi bu diyetimden beri hiç belirtisi bile kalmadı, çok rahataım, Mehtap Hanım sağolsun. Çünkü tam da "ben bundan sonra ne yapacağım? dahiliyeye mi gitsem, diyetisyene mi' derken bu diyet seferberliği başladı.. Ve ben rahat ettim.

Oğlum da çok tatlıcı! Benim rezil cadılar kraliçesi o kadar beni kendi dramlarına sürükledi ki,  onun da yeme alışkanlıklarındaki sağlıksız eğilimleri bilsem de bir şey yapamaz durumdaydım. İnsanın gerçekten de önce kendisini kurtarması gerekiyor.. Şimdi Teo'ya da daha serin kanlılıkla doğrusunu hatırlatıp, yemesi için konuşuyorum, o da bir minik kuş olduğu için dinliyor.. Benim oğlum tam bir minik kuş gerçekten! Kendisinin iyiliği için olan şeyleri nasıl da benimser benim kuşum!

Sadece, aklımı tam veremediğim için, henüz değişik tatlar türetemediğim için, bu diyet programı bana yavan geliyor. bu da can sıkıntısı ve ardından disiplin sorunları yaratıyor. sadece doğru besinleri seçme ve az yağla pişirmekle kalmayıp, bir de yaratıcı tarifler bulup, bunları uygulasam süper olacak.
Hadi hayırlısı, dileğim bu olsun!

Teşekkürler Mehtap Hanım ve çorbada tuzu olan herkes!

Çarşamba, Aralık 01, 2010

One of those days down...

23 dakika içinde çıkmam lazım. diş fırçalanacak, saç taranacak, çanta kontrol edilecek, ev kontrol edilecek, çorap bulunup giyilecek.. bu arada vakit bulup bunları yazsam..

Hamlet çok aydınlıkta kaldığını söyler, 'Too much in the sun'.. well, me, too! I need the moon. Karşıma hayalet çıkarsa da korkmayacağıma söz veriyorum! Time to embace all creatures, right? Because actually, i quite feel like some unspecified creature myself!

BU böcek tekrar düz dönüp yoluna devam etmeyi başarırsa, yazacak. Ama dönemezse..
Olur böyle şeyler. Kabuğunun üstünde kayar.. Eğim lazım buna da. Ya da halim selim, 'gentle' bir el, ona dönmesine yardım etmeyi teklif eder. Ama o zaman böcek der ki, 'yok, henüz dönmek istemiyorum, baş aşağı olunca dünya daha anlamlı görünüyor.. Denemek ister misin sen de?' O efendi kişi de, 'Hmm.. emin değilim. Ama çevrilmek istersen, buradayım, haber ver' desin lütfen.
Böyle olsun.
Ters dönmüş böceklerin sonu böyle mutlu olsun!
Tüm ters dönen kabuklu böceklere ithaf edilir.. İçimiz yumuşacıktır bizim!
Duyurulur!!

Pazar, Kasım 21, 2010

Güzel Yeşil Bursa..

Güzel yeşil Bursa..


Ben bir İstanbullu cahil insanım. O kadar şehre gömülmüş bir hayatım var ki, artık muhteşem İstanbul'um da ancak meafizik uzamını tanır oldum.. Hafif hayattan kopuk; yeni alanlar, uzamlar yaratma sevdası ya da ihtiyacındaki insanlardan.. Bu insanlar bir araya gelse de benzer alanlar yaratabilseler keşke, ne güzel olurdu değil mi? İşte bu imkansız hayal sayesinde tiyatroya sevdalandım ya.. Bu ayrı bir hikaye.

Ne diyorduk, ben bir cahilim. Artık İstanbul'umu dahi görmez olmuşken gözüm, aldım oğlumu Bursa'ya geldim bayram tatilinde.. Bu kopukluğu kırmak, olana bakabilmek - onu görebilmek için... Bursa bunun için biçilmiş kaftan. Ne kadar güzel bir şehir!

Güzelim Uludağ'ın eteklerine kurulu bir biblo şehir buldum burada.. İnişli çıkışlı, yokuşlu, bol dönüşlü- kimi yerine geldik, 'hah dedim, burası tanıdık- Maçka'ya benziyor!' Evet, belki siz benzetmezsiniz ama Kültür Parkınınn orası benziyor bence Maçka'ya.. Çekirge semti. Koza Han'a vuruldum! Orada yarım günümü severek geçiririm- dükkanlara tabi ki bakarım ve bir sürü güzel tekstil ürünü almak isterim ama asıl, avlusundaki o gözalıcı yapının yanında, yakınında bir kedi gibi durup durmak, ona bakmak, hatta sürtünüp durmak isteyebilirim! tabi ki bu sanal aksiyonu civarındaki masalara kurulup kahvemi yudumlarken zihin bedenimle yaparım ancak! Ya da bir performans konusu olabilir mi acaba? Bir tarihi eserin insanda böyle duygular uyandırmasını beden dilinin alanı olan performans uzamına nasıl taşırsınız? Güzel bulduğunuz şeylere dokunmak, dokusunu hissetmek; o güzelliğin anısı beden hafızamda da dursun istemez misiniz? Tıpkı Yeşil Cami de ya da Yeşil Türbe'de olduğu gibi.. O muhteşem yeşilimsi koyu mavilere insan dokunmak da istiyor! Oğlum da bana benziyor galiba, onu da çinilere topacıyla tık tık tıklatıken gördüm.. oğluşum 12 yaşına dayandı ama bunu kendine saklamak için elinden geleni yapıyor! İhtar ederek bir de benim minik kuşun
yapıyla kurduğu ilişkiyi ketlemeseydim! Ah biz sosyal fobili anneler! Zaten duvarlar restore edilmiş-- Nadir tarihi eser olsa herhalde kordonla çevirirlerdi.. Neyse.. İşte anne gelgitleri.

Renkler.. şehir turkuvaz bir şehir olarak kalacak bende.. ve en büyülü tarafı da, nasıl İstanbul'da sokak aralarından takalar- sandallar görünür, gemiler geçer; burada da sokak araları dağ ve ormana açılıyor! Çok etkileyici. Daha aklıma gelecek olan bir sürü imge var. Dağdan inen yolun ucundaki o güzelim Çekirge semti, tarihi dokusu, binaları, eğimli arazisi, içinden akan suyu, üstüne çekilen bir sürü etkileyici köprüsüyle ne kadar büyüleyici ve çekici bir kent olduğunu biliyor mu Bursa? Onca emaneti bağrında saklayan, sırtını o azametli dağa dayamış bir şehir..

Şehirden aklımda net olarak kalacak imgelerden biri de, dalları Trabzon hurması yüklü ağaçlar! İlk iznik'te gözüme çarptı bu ağaçlar, tanıyamadım- halbu ki o kadar çok severim Trabzon hurmasını. Bir ağaç düşünün, gövdesi ve neredeyse bin bir tane diyeceğiniz dalları pek kuru ve cılız görünürken, dalların arası kocaman hurmalarla dolu! Ama nasıl.. Dersiniz ki biri tutmuş, yapraklarını dökmüş, ahı gitmiş vahı kalmış bir ağacı portakallarla süslemiş! Sonra, Bursa'nın içinde de gördüm bu ağaçlardan! Canım hurma istedi. Kimse toplamıyor mu bunları?

Bir de şehrin girişindeki zeytinlikler.. Bunlara zeytinlik denmez sanırım; oralar zeytin ormanı!
Gerçek bir Orta Çağ kenti Bursa! Tarih buna şahittir..

En kısa sürede kendi ulaşım imkanımla gelip, bildiğim her köşesinde uzuun uzun durabilmeyi diliyorum bu kentin..

Perşembe, Kasım 04, 2010

my favourite things...

Ne yazık ki semt pazarımı kaçırıyorum.. Halbuki o şıkıdık caddede inmek yerine üst tarafta Minibüs Caddesinde insem hiç sorun olmayacak! Pancarlarımı da alacağım hem! Ne güzel, pazarın içinden yürüye yürüye eve geleceğim! Bak, Caddede indim, yine şu fazlacana pahalı kahve dükkanında karnımı doyurdum.. Sonra gelsin "indulgence"! Çikolata! Evet, buna pişman değilim, Lindt'in extra creme çikolatasını hararetle tavsiye ediyorum.. Mehtap Hanımıın rejim programına ben de katılayım dediğimin yarım saat sonrasında dev bir sandviç ve böyle bol sütlü bir çikolata! Hayat.. beni daha nelere sürükleyeceksin acaba!


Yumak son günlerde evdeki bütün koltuklarda tırnaklarını biliyor! Üstelik güneş doğduğu andan itibaren buna başlıyor- ve benim odamdaki mobilya ve halılardan! 2 hafta evveline kadar sorun yoktu, ama saatler ayarlandı, şimdi fazladan 1 saat daha uyuyabilecekken Yumak efendi buna izin vermiyor! Evet, bu şu an ciddi bir sorun. Poposuna bir pat atıp salona yolluyorum, hatta kalkabilecek gibiysem balkon kapısını aralıyorum ve ne ilginçtir ki, dışarı çıkıp, cezaya kalkmış yaramaz öğrenciler gibi balkonun en köşesine gidip, katip Bartleby misali o köşeyi saatlerce seyrediyor! Kedim depresyon mu geçiriyor acep? Ve arada sataşıp çağırmalarıma rağmen başını bile çevirip bana bakmıyor! Bu tavrı 1,5 saat kadar sürüyor! Hayırdır inşallah:)

ben bu yazıya neden sevdiğim şeyler dedim? çünkü sevdiğim şeylerin listesini yapacaktım ama araya bunlar girdi. Gerçekten de yazının kendine has bir gücü, yaptırımı ve iktidar alanı var galiba. Geçelim.. Hala konuyu dağıtıyorum, Homeros gibi:)) Günde iki ayrı sınıfa edebiyat eleştirisi tarihi dersi verirseniz olacağı budur.

Sevdiğim şeyleri yavaaş yavaş yazarım.. Şu an pazarı kaçırmanın ve üst caddede inmeme gafletimin suçluluk duygusunu yaşamaya devam edeceğim.. Son kararım.
Kendinize güzel güzel bakın:))

Pazartesi, Ekim 18, 2010

Fırsat bu fırsat..

Amanın bu anı kaçımayayım.. An benden kaçmadan, netbook önümde, çayım yanımda, sabah işleri halledilmiş- hem de en gözde büyüyeni: araba servise nihayet bırakıldı, çok şükür başardım:).. sonraaa.. e-postalar kontrol edildi, telefonlar edildi, ve hala oturmaktayım, kollarımı bile sıvadım, ve işte burdayım: yazıyorum!! Ohh, çok şükür:)))

Ne diyeyim, bu ikinci sabah kuşağı. Hala nedense okuldaki gibi zamanımı ders saatlerine ayırma eğilimim var benim. Ruhumun bazı parçaları gerçekten de sıralardan ayrılmış değil sanki.. Sabah /'ye doğru uyanıp kahvatı, minik kuşu okula bırakma derken birinci kuşağı atlatıyorum- sanki birinci ders geçiyor.. şimdi ikinci drste miyim? Yok, 2-3 arası uzun aradayım. Hani öğlenden evvel bir adet uzun 15 dk.lık tenefüs olur ya, orada:)
Keyifli bir tenefüs bu..

Mevsimlerin değiştiğine sanırımm artık komple şuurumla gark oldum. Alıştım. Okulların koşturmacası, havalar, kısalan günler, değişen yemekler, çorba ve ekmek krizlerim.. gerçekten de canım deli gibi ekmek çekiyor! Bu kış bol reçel, komposto ve ekmek yapmaya kararlıyım. E tabi bir de çorba. Mesela dün akşam muhteşem bir mantar çorbası yapmayı başardım. tarif yavaş yavaş aklıma geldi, çoktan başlamışken! Neyse ki arada benim minik kuş beni çağırıyor odasına (ki kendi gelse ne güzel olur diye düşünsem de) ve bu bölünmeler hoşuma gitmese de, iş başı yapınca mutfak tezgahında, tam da otantik tarif aklıma geldi. Nesi otantik? yok öyle bir şey:) Bu tarif bizim Ziraat Bankası'nın Tünel'deki muhteşem binasının en üst katında ahçılık yapan rahmetli (adını unuttuğum) ustacığın tarifidir, oradan otantik derim! ne güzel günlerdi.. O muhteşem semt ve onun hemen girişindeki, İsveç Konsolosluğunun karşısındaki Ziraat bankası Dış Muameleler Şb ve Dış İlişkiler Müdürlüğü. İkisinde de çalıştım. 1998'de ayrılıp Kentbank'a geçtiğimde 4 yıldır Dış İlişkilerde çalışıyordum.. O güzel teraslı yemekhanenin özel, kibar bir odası vardı, orada muhabir bankaları ağırlardık. O gün şöför balık pazarına yllanır, taze helva ve balık aldırıır, usat da muhteşem çorbası, güzel bir ızgarası, salatası ve helvasıyla güzel bir yemek çıkarırdı işte. Yemeklerinin hepsi çok güzeldi, özenliydi. Servisimizi de Emine Hanım yapardı, Allah'ım, ne kadar özenli, güler yüzlü, temiz, hoş sohbet bir hanımdır Emine Hanım! Çok severdim, canım.. O da galiba acaip bir şubeye tayin olmuş, Tünel'deki birimleri dağıttılar zaten oraya buraya, iyi ki ayrılmışım derim hep! Emine Hanım Bulgar göçmeniydi, bizin çaycımızdı. Ne güzel anılar, içim ısınır hep düşününce.. Ziraat bankasında çalışma hayatıma başlamam sayesinde iş ahlakımı ve görgümü hiç sekteye uğratmadım.. Çok iyi bir başlangıçtı, onun hikayesini ayrı yazarım. Gelelim ustamıza.. ne yazık ki kalp krizinden vefat etmiş, çok üzülmüştüm duyunca.. Bu mantar çorbası tarifi ondan, Allah rahmet eylesin diyelim:

Mantarları ince doğruyoruz,
1 çorba kaşığı kadar un,
2 - 3 çorba kaşığı kadar yoğurt,
et suyu, su
tuz, karabiber,
tereyağ

Mantarlar et suyunda 10-15 dk kadar pişiyor. Diğer tarafta yoğurt ve un karıştırılıp, pişen mantarların suyuyla açılıyor ayrı bir kasede, sonra yavaş yavaş karıştırılarak diğer mantarların pişedurduğu et suyuna ekleniyor, 15-20 dk da o şekilde yavaşça pişiyor. Tereyağ, tuz, karabiber ekleniyor, belki kırmızı biber de.. yakışır bence, ama ben çok acı tüketemiyorum!

İnanın güzel bir çorba bu!

Evet, bugün bu kadar olsun:)

yaprakların kızarıp bozardığı, rüzgarın hala centilmence estiği, yağmurun arada sırada hatırımızı sorup kaçtığı şu günlerin keyfini bol bol çıkarın:)
Sonbahar çook güzel:))))

Pazartesi, Eylül 13, 2010

balonlar

Evet, o kadar koşturmaca var ki, 15 günde bir yazar oldum! Olsun, dolu dolu yaşamak bence çok güzel.. Şu hayatta yorulan insan kesinlikle şanslıdır bence!

Benim minik kuşum yeni okuluna başladı. Benim de üniversitedeki görev değişikliğim geçen haftadan itibaren başladı. BU yıl ofis işi yapıyorum, ders vermeyecekmişim gibi görünüyor.. Belli olmaz tabi ki. Fakat insanların arasında olmak çok güzel! Koridorda karşılaşıp durmak- devamlı konuşmak zorunda olmamak.. Emeklerim nereye gidiyor- anlıyorlar mı beni, takip ediyorlar mı diye bir tarafımdan hayıflanmamak.. Bu endişe seviyesine vardığında her iş tüketici oluyor işte.. Neyse ki ara verdim..

Şimdilik bu kadar olsun..
Sevgiyle :)

Salı, Ağustos 31, 2010

Dışarıdan

Merhaba, dışarıdayım bugün. Yani tüm gün değil tabi, şu an. Dışarıdan yazıyorum. Çünkü ev çok hareketli. hayır, öyle çok iş falan yok. Kimsenin gelip gittiği de yok. Olağan tempo. Sadece kafamın içinden kaçmaya çalışıyorum dışarıda. ..

Atamam gerçekleşti. 2 yıldır (hatta 3 yıldır) uğraşılan, doktora burslu öğrenci olup, ders verdiğim zamanla aynı parayı alacağım, haftada sadece 2-3 gün ofise gidip çalışacağım, ortalamalarını ne yazık ki son derece vasat tutan sevgili acaip öğrencilerime daha fazla "ekspoze" olmayacağım bir dönem başladı. Bilemiyorum, acaba artık kafam daha iyi çalışır, kendimi doktorama verebilir miyim.. Çünkü Kasım ayında tekrar sınav var, tez konumu savunmam lazım. E bari o gün doktorayı da veriversinler, daha yazmadığım şeyi nasıl savunmamı bekliyorlar?? Acaip sinir yaratıyor bu mesele bende. Biraz birilerine sinir olup bilensem bari ama o da olmuyor. Kimseye de kızamıyorum, sadece gücenebiliyorum. Böyle bir tip oldum çıktım. O tür titreşimler giremiyor hayatıma artık. Atomlarıma ayrılacakmış gibi oluyorum yoksa! Ben de 2 yıl sonra YE, Dua et, Sev türü bir kitap çıkaracğım kararlıyım. Hem de bu günlükten çıkarmayı planlıyorum, haberiniz olsun! Ona göre!!

Nereden nereye..Şimdi şu kahve dükkanında çantamdan çıkarıp okumaya başlasam çok afişe olur muyum acaba şu kitabı? Halbuki,inanın, güzel bir kitap. bana konuşuyor. Kendi hayatımı aramam çok iyi hir şey değil karşımdaki yazında. hatta belki buna yazın da demez, tabi ki bundan 100-150 yıl sonraki edebiyat literatürüne girecektir, kesin. Bridget Jones'un Günlüğü'nün gireceği gibi..Defoe'nun Moll Flanders romanına benzetirim o kitabı ben. tabi yazarı kadındır bu defa ve her iyi satan kitap gibi filmi çekilmiştir.. Bir sınıfta zavallı bir kadın hocanın karşısınsaki acaip üniveriste ya da lise öğrencilerine 20-21 yy.daki kadın özgürleşme hareketi çerçevesinde bu kitapları anlattığını çok net görüyorum. ama tabi ki önündeki öğrenciler Allah bilir ne kadar iplerini koparmış  olacaklardır ki, bu tür kendini arama, özgürleşme, sistemden kendini sıyırma ve özgün yaşamı bulma olayını anlamayacak ya da ilginç bulmayacaklardır. Halbuki ben olsam orada Lukacs'a, Marks'a sarıp gerçek hayat- edebiyat ilişkisinden girerim, onlara kendilerini iyice cahil hissettirmeden de sınıfı terk etmem!!! KIh KIh KIHHHHH.. Ben böyle bir hocayım işte! Tabi Orhan Pamuk'un şimdi çıkmış olan, o zamanın 150 yıllık yapıtı olarak duran hayat- edebiyat kitabını ve Roland Barthes'ın Roman Kuramı kitaplarını da katarım!!! Hepsini okuma listesine sokarım.. Bir daha da yüzlerini göremem ve withdrawal haftasında hepsi sınıfımdan kaçışır!! Canıma değsin. Ben böyleyim işte! Ben böyle değilim-onlar öyle.. Bezdirdi bu öğrenci milleti beni! Tembel yaratıklar..

Ne diyim. Dolu muymuşum ne?
Neyapacaktım ben? Neden içimi dökmem benim böyle kafamı karıştırıyor? Bu tür meselelerin beni tüketmesine izin veriyorum. Tüketiyor mu gerçekten? Görüyor musunuz, soruların sonu yok, uzaya doğru uzayıp gidiyor! Bu durumda cevapları da olamaz.. En iyisi düşünmemek ya da meseleleri sorun olarak görmemek. denklemlere gerçekten de gerek yok.. Onca matematik dersi boşa mı gitti? ben şu an edebiyatçı- sanatçı tarafına yakın olsam da, görüyorsunuz, beynim matematik üretiyor!! matematik acaba beynimizin anksiyete üretme potansiyeline cevap olarak kurgulanmış bir savunma sistemi mi?? Üstelik 17. yy.da Sir Isaac Newton Mathematica Principia eserinde herşeyi kompleks bir matematik dilinde formüle edebilmekle başardığı şeyden şu an hepimiz insanlık adına gurur duymuyor muyuz?? Derslerde bunu söyledğimizde bir an şöyle durmuyor muyuz? BU insanlığın karanlık ve bilinemez karşısında başardığı bir zafer olarak mini bir saygı duruşu değil de ne? Her şey o bildik anksiyeteye karşı mı? Olamaz. Olmasın.. Bunun ucunu burada bırakıyorum.

Saat 13.39. Yeğenimi görmeye gidecek miyim?Bu 3. haftası sanırım. Evet. Ne kadar daha yatacak bilmiyorum orada. Benden kaos teoremi hk. kitap ve küçük resim defteri ve cepli basketbol şortu istedi.. Acaba bugün gider miyim? Neden gitmeyeyim ki.. yapacak ne var? Bilmiyorum. Sanırım gideceğim.
Görüşürüz, kendinize iyi bakın- sakın patlayıp etrafa dağılmayın! :)

Pazar, Ağustos 22, 2010

Öylesine

merhaba tekrar,

bir kaç kez birşeyler yazdım ve sildim. bir sürü güzel fikir, düşünce, yazılası.. ama sildim işte. bu yazma fiili ilginç gerçekten. hele düz yazı çok ilginç. hele ki kurgu değilse. bir kurgu olsa, düşüncelerin ve duyguların bir ağırlık noktası olur genelde. bir an; o an kristalleşir ifadeniz, tam hedeften vurur, anlatırsınız.. ama herhangi bir şey yazmak kolay değil. bu zorluk hali de varlık durumunun ta kendisi değil mi? olmak ama ne için? yazmak ama ne demek? halbuki yazmak güzel.. olmak da!

bu amaç edinme meselesi beni kızdırıyor gerçekten. yazmak adına yazmak; olmak adına olmak neden olmasın? bu yoksa natürmort hali mi? hani şu ölü doğa dedikleri.. still life. sadece olmak! yani cansız varlıklar gibi. bu mu istediğimiz? şu aşırı hareketli, gürültü ve patırtılı dünyada bir kenar süsü mü olmak? ama o patırtıyı kim yaratıyor? bu karmaşada benim payım yok mu? arabayla önünden geçiğim yayaya göre karmaşa yaratan ben değil miyim? ya da öğrencime göre onu bombardımana tutup kafasını açmak zorunda bırakan olumlu/olumsuz güç? o zaman neden kendimi böyle göreyim ki? herkes kadar dinamizm yaratıyorum.. kendiliğinden oluyor. hayatım böyle. ama raftaki çerçevenin içindeki gibi kayıkların önündeki masada oturup duran halim gibi mi olmak istiyorum acaba? bunlar felsefi konular. deneyimin dışına adım atarak bilimsel tarafa sığınabiliriz her an. deneyimin içi ya da dışı.. kendin ya da bilgi.. kendini bilgiye çevirsen?? saptı burası, kapatıyorum.. iç ve dış bence birbiriyle ilişki kuramaz. bu sadece şiirde olabilir- ancak şiir yaklaşılabilir buna.

bu kadar efendim. ama yukarıdaki mesele de kafa patlatılacak bir meseledir. ama daha da büyük mesele, kafayı patlattıktan sonra ortaya saçılan şeyleri sevip, barışıp, en olmadı tatlı bir hüzünle sahip çıkarak gerekli yerlere yerleştirebilmektir. bunu yapamıyorsanız asla kafanızı bir şey için patlatmayınız!
sevgiler

not: çeşit çeşit komposto yapıp, atmayıp temizlediğim yörsan süt ve çeşme meyve suyu şişeciklerine doldurup, dolaba sıra sıra dizip oğluşa içiriyorum, aferin bana! ;)

Salı, Ağustos 10, 2010

Güzel bir gün ..

merhabalar,

Dün güzel bir gündü. bir tür domino etkisi ile tüm gün güzel geçti.. çağrışımlar, esinler, fikirlerle..

Öncelikle, blog dünyasına girdiğime çok mutluyum. İnsanların dünyalarını, hayatlarını, düşüncelerini paylaşmak, bir düşünce, duyguyu paylaşabilmek müthiş bir şey ve ne kadar esinlendiren bir şey.. Nasıl mı?

Sabahları alarmım 07.45'de çalar. Yaz okulunun sabah 9 derslerine ayarlanmış bir saattir bu. Düzeni de sevdiğim için tüm yaz böyle gitti, okul bitse de. Oğluş da en fazla 9'a kadar uyur zaten.. Ne yazık ki bu yaz türlü karışıklıklardan spor okuluna veya çeşitli faaliyetlere katılamadı, ama 2 kere tatile gitti. Ben gidemedim ama. Dağılmayalım, neyse.

Dün sabah erkenden kalkıp salona gidip, fanı açıp karşısına uzanıp, bloglarda gezinmeye başladım. Hava da nasıl kapkara.. Ev çok sıcak, yapış yapış.. Oğlum "anne daha akşam" deyip yataktan kalkmayacak nerdeyse. İlk Mehtap Hanıma baktım. Ondan aryaları dinleme fikri uyandı. Tijen şiirime şiir bırakmış, süper, çok mutlu ediyor bunlar beni.. Babiş kızı ile geçirdiği sinema sefasını anlatmış, yine çok güzel bir uslupta. Bunlardan aldığım hızla, gittim oğlumu kaldırdım ve "gel bugün Kanyon'a gidelim, bir tek orada serinleriz" dedim, ancak o zaman gözünü açmaya razı oldu. Salonda kahvaltımızı ettik, bir şeyler koyduk yine dvd'ye.. evvelki gün Fransa mutfağı dvd'mizi seyretmiştik, bugün reçel yapmaya karar verdik efendim. Teo'nun tek derdi, "anne, göbeklerine hafifçe basınca gerçekten çekirdekleri rahatça çıkacak mı??" meselesi.. Ben pek emin değilim, ama deneyeceğiz. Neyse, gittik Kanyon'a, önce tabi ki Remzi'ye dağıldık. Teo sağ tarafa, ben sol tarafa. Önce John Berger'in bakmak ve görmek (ya da benzeri) konulu bir kitabına takıldım; bir süre elimde dolandım. Sonra anlamsız bir şey yaptığımı fark ederek yerine bıraktım. Sonra Cenk'in tanıttığı David Lebovitz aklıma geldi ve acaba kitabı var mıdır burada diye yemek bölümüne geçtim. Tatlı kitaplarına bakayım dedim. Bir kişi rafları derliyordu, neye göre yerleştirdiğini sordum, illa kendim bulacağım ya! Ama imkanı var mı, ben kimim ki? Okuyucu nasıl bulabilir ki aradığını? Meğersem düzenlemeyi yayın evine göre yapıyorlarmış! E ne diyim ben bunlara.. Bu nasıl bir işletme zekası? Ben ne bileyim David'in kitaplarını nereden yayınlattığını? Çaresiz, tüm kitaplara bakılacak, ama zaten bulma ihtimalim gayet zayıf, nitekim yok! Çok istersem Amazon diye çıktım oradan Teo ile.. Karnımız acıkıyor galiba. Oraya mı gitsek, buraya mı? Bilmediğimiz yer mi denesek? Ya sevmezsek? Ya kazıklandığımız düşünürsek? Mazallah, çok keyifsiz durumlar bunlar, en iyisi bildiğimiz, sevdiğimiz yere gidelim; orayı pek seviyoruz ve kazıklarının ayrı bir yeri var hayatımızda :)
Ardından tatlı deyü Starbucks'a. göya ekonmik davrandık ama alakası yok! Şu homo ekonomikus türünün genlerini yakalayamamışız ne yazık ki! Neyse..
Ardından şu menşur elektronik edevat dikkanına giriş- sorulacak: Bilgisayar monitörüne play-station bağlanamaz mı? Neden? Çünkü artık oğluş ergen yaşlara doğru ilerliyor ve onun sevdiği müzikten başım şişmeye başlayacak yakında. Daha Kanyon'a giderken bir şarkıyı 3 kere falan dinlemeye başladı- ve yaklaşık 1 haftadır da ön koltukta seyahate başladı, müziği kontrol ediyor, ve ben, onunla rekreasyon alanlarımızı muhakkak ayırmamız ve buna uygun donanım hazırlamamız gereğine gark oldum ve ona da anlattım.. Bu sebeple dükkana dalındı ama nafile. Mümkün değil.. TV de zor.. Peki müzik sistemi? Mümkün.. Ama ileriki bir zamana ertelenebilir. Çok da ergen değil henüz Allah'tan!!
Neyse, havlu ve ev kokusu da alındı.. Eve dönüldü. Yolda plan yapıldı, "anne, ben her zamanki gibi önce p.s. oynayacağım, sonra dinleneceğim, sonra kitap okuyacağım.." tamam, sonra reçel yaparız. - A, tabi şu acaip lüks markete dalınıp "burada her şey vardır, vişna alalım" dedik ve aldık tabi.. perşembe pazarını kim bekleyecek? Neyse. geçen hafta da süt köpürtücüsü almıştım, hadi dedim gel sana dev köpüklü buz gibi süt içireyim!Süper.. Bu da içildi, benim kahve ile beraber - Bu arada, Tchibo'nun kahvesine burada değinmek isterim- ucuz ve güzel. Sonra vişneler yıkandı, önlük giyildi,oğluş tişörtünü çıkardı ve başladı çekirdek ayırma etkinliği.. "anne hani göbeklerine basınca çıkıyordu?" evet, bunlar çıkmıyor, ayrıca yüzümüz, gözümüz, duvar, kap, kacak, yer, akla gelen bilimum yer vişne kırmızısı.. olsun. Sonra baktım oğluş kafasına göre şeker ekliyor, karıştırıyor. DVD'deki gibi, e süper! yaptık efendim, bu sabah da yedik, müthiş olmuş.. pişerken de Tijen'in Meyve Ağacından Hikayeler kitabında gezindim, sonra kim ne yapsın David Lebovitz'in kitabını dedim! Hıh! Daha ne olsun! Efendim, ayrıca, reçelimizi pişirirken baktım arya söylüyorum, tabi ki Mehtap Hanımın sözlerini yazdığı Rigoletto aryasını. E, durulur mu, aryalar albümünü de koyarsın müzik setine, süper reçel yapma moduna girersin:) Sonra, işin en güzel tarafı, mutfakta tüm gün ööyle geçer işte.. yemek hazırlama saati gelmiştir, fesleğenin boldur, pesto sos dersin, makarnayı haşlarken sosu da pişirirsin, ayrıca balık köftelerini de tavaya korsun, dolapta da yaz türlüsü denemen hala durmaktadır, e onu da çıkarırsın, salonda klimayı açarsın tekrar, oğluşa haber verirsin; kedoşa sever mi diye bir parça balık köftesi verirsin, ama diğer kedoş gitti gideli iyice mahzunlaşan kedoş buna da poposunu döner, sen de artık kafayı yedi bu kedi, yazık daha 2 yaşına gelmedi derken, günün mutfakta geçmesi ve aryalar dinlemiş olmanın getirdiği çağrışımla yemekte seyredilecek filmi de seçersin: bu gece benim film seçme sıram mıydı? neyse, Teo'dan ses çıkmıyor, sorun değil..:)
Şu güzelim Alman verisyonun üzerine Amerikan filminin çevrilip Geddes yerine Zeta Jones'un oynadığı hafif sulanmış mutfak ve aşçı ve dram temalı filmi koyar ve günü güzellikle geçirmiş olduğunu görüp içinden teşekkür edersin emeği geçen tüm varlıklara! :)) ama Teo der ki, "anne bu ne biçim mutfak filmi? bu resmen dram!" sen de: "evet minik kuş, üstelik Amerikan dramı!!" dersin. Gerisini hatırlamıyorum, günün kayda değer kısmı buymuş demek!
sevgiler:)

Cumartesi, Ağustos 07, 2010

teselli

İl Postino filmini bilirsiniz muhakkak..
bana önceliklerimi hatırlatır bu film. neleri sevdiğimi, bazı yolları neden bırakıp başka yollar seçtiğimi, ya da en azından aradığımı hatırlatır..işte. buraya da bir şiirimi yazmaya karar verdim bu yüzden.

metafora dikkat! :))

Mutluluk tarifleri

Görmek...
yaklaşan ilkbaharın sabahında
Evinin salonunun duvarında
perde aralığından kaçıp karşıdaki duvara yapışmış
kayısı yumurta sarısı
güneş ışıklarını,
için kıpır kıpır açmak perdeleri,
seyretmek henüz kendisi ortaya çıkmadan
ilk ışıklarını yollayan güneşi...
Ve düşünmek kahvaltıda mis gibi çayın yanına
rafadan yumurta pişirmeyi... 

Bilemiyorum..

Herhalde yılın en sıcak günündeyiz.. Hatta belki de geçmiş ve gelecek olan bir kaç yılın en sıcak günlerinden.. Tabi ki bu insanların da dilinde. Bugün gittiğim salonda bayanlar çok fantastik bir konu olarak "açıkta 63 derece olacakmış" başlığını işliyordu! Peki ne yapacaksınız bu konuda? İşte yine yapacağımızı yapmışız; gelmişiz burada törpüleniyoruz.  Aşırı sıcak, bugün asla çıkılmaz- birilerini çağırıp evde durmalı tüm gün, akşam geç vakit sahile ineriz, azıcık deniz kenarında serinleriz değil! Bilakis, saat 12.30'da yan sokağa arabayla giderek klimatize ortamlarsız olamama hali.. Kimseyi eleştirdiğim sanılmasın, bu son dediğimi yapan benim! Bahsettiğim olgunluk ne zaman gelir beni bulur hiç bir fikrim yok!

Efendim, bugün Susan Miller'a göre kardinal bir şey bir şeymiş. Galiba öncü gezegenler birbirlerine yan bakmakla kalmıyor, saç saça baş başa kavgaya da giriyorlarmış! Hem de devasa öncü gezegenler.. E tabi.. Beklemek lazım olumsuz şeyler bu tür durumlarda. Hele hele ki günü, ortamı bari ben kurtarayım, şu negatif elektriğin tozunu bari ben alayım gibi şehitlere yaraşır tavırlar da sergileyemezsiniz, bilakis siz de cadılaşıverirsiniz mazallah! Olur mu olur. Şahsen ben bu yazıya biraz belli etmeden içimi dökeyim, rahatlarım, olumsuz duygularımdan kurtulur da olayı görürüm diye başladım, ama şimdi anlaşılıyor ki, bugün çıldırmış olan benim!

Bir kere, odamdaki tavan pervanem çalışmıyor. Oğlumun odasına taktırdığımı kıskandı herhalde, kendisi iş bıraktı. Ben de geç vakitlere kadar oğlumun odasında oyalanıyorum.. Dünkü davranışlarımı da kendime yakıştıramadığım için (bir takım konularda) kendime ibret olsun diye Bakkhalar'ı okumaya koyuldum mesela.. Neyse, ama tabi uykum geldi, odama gittim; o ıslağımsı nemli sıcağın ortamına. Sabah kalktığımda sol omuzum berbattı, jel sürdüm, şu an biraz düzeldi, ama cumartesi gibi koşturulan br günde tutulmuş bir omuz hayırlı bir şey değil. Acaba huysuzluğumun sebebi bu mu? Sonra annemlere uğrandı, orada da tatsızlık. Ben bu yazıyı şöyle düşünmüştüm: Genelde hayatımızda olumsuz duygular, düşünceler bize bulaşmaya çabalar, onlarla kendi içimizde baş ederiz, ama bazı İNSANLAR, bizzat onlara dönüşmüştür! Yani onlara teslim olmuşlardır, onlara hayat, can verirler ve artık o olumsuzluk külliyatı ete kemiğe bürünmüş bir nevi terminatör modunda karşınızdadır! Hadi bakalım; otur onlarla öğlen yemeği ye, alışverişe çık, oğlunu bırak, işini gör, vs vs.. Hayatımızdaki tuz ve biberlikleri bir yere kadar; bilimum yerine yurduna ulaşamamış, evrenin güzel desenlerindeki yerini bulamamış, sersemce etrafta dolaşan- SERBEST RADİKALLER- karşında- hem de belki bu aile bireylerin! Berbat.

Nasıl korursun kendini bunlardan? İyi günümde kendime derim ki, bunları kendilerinden korumak gerek, ama şimdi sorun: Kendimi ve oğlumu onlardan nasıl ve ne derecede sakınacağım? Acı bir soru! Farklı olana toleransın sınırı nedir? Karşındaki insanda "sınır" mefhumu yoksa, ne yaparsın? Şuursuzlara karşı ne edilir? Birisi tüm hayatını sorumsuz ve şuursuzca harcadıysa ona nasıl davranılır? Üstelik, gözünü senin hayatına da diktiyse? Senin de en değerli varlıkların tükensin, tam da onun gibi ol istiyorsa ne yapılır bu insana? Ne diyeyim.. İyiliği elden, dilden düşürmemek gerek, değil mi? Sadece insan olduğumuzu kendimize hangi noktada hatırlatma şansına sahibiz acaba!

Cumartesi, Temmuz 31, 2010

şu kediler ..

inanmıyorum. en kızdığım şey oldu. bir sürü ilginç şey yazmışken, bayan kedoş geldi, bir yerlere dokundu ve tüm yazdıklarım hoooopp... yok. halbuki ne güzel toparlamıştım. kızgınım!

Yan tarafa bir blog ekledim, feminine power adında. bir süre takip edeceğim. biraz sıkıntım da var tabi, yaptıklarıyla.. Kadın gücü.. efendim, zaten feminizm alanında gelinen noktaları biraz biliyorsam (son 20 yılını değil belki- daha güncel kaynaklara yönelmeli) kadın denen varlık, kendini keşfetti. Yani, erkeklerin kurduğu düzenin içinde bir tür "erkek-olmayan" olduğunu. erkeklerin düzenine 20. yüzyılda çeşitli sebeplerle, zaten oldukça işlevsel bir katılım göstermişti. E, peki kadın kadınlığını bilince ne oldu?erkeklerin elindeki "ilerleyici, yaratıcı, evriltici" düzenin liderliği bayrağını mı kaptı? yapıştı mı o bayrak şimdi eline? yakıştı mı demiyeceğim- orada feminist damarım tutar- ateşle yaklaşmayın!!

Sen tut feminen gücü bul, o güçle bin yıllardır maskülen şekilde tanımlanmış ilerleme kalıplarının içine dal.. bunları tanımlamanın olanağı var mı gerçekten? olan bu mu yani? kadın kaosun içindedir erkeğe nazaran. bunu demek, erkek egemen (bu deyişe de sinir olurum) kaos tarifinin tuttuğunu gösterir. o zaman? "kaosu tarif et"desin analog bir ses!! bu da kadın sesi olsun. ve bu 8018 yılında geçen bir arkeoloji dersinin bize uzay boşluğundaki solucanlardan düşmüş bir minik zaman kesiti olsun! evet, tarif et bakalım kaosu! Bakhalar neden Apollon'un peşinde dolaşmaz? Mitolojiyi kim aktardı? tragedyaları kim yazdı? bu kişiler hikayelerini aktarırken, şairler hayalgüçlerinde geleceği şekillendirip insanlara yeni oluş, duruş, düşünce kapılarını aralarken kadınlar ne yapıyordu? Peki, kadınlar bir şeyler yapmaya başladığında nelere cevaben yapmaya-etmeye-yazmaya başladılar?? erkeklere! belki de tıpkı ilk hikayecilerin ve şairlerin tanrılardan çaldıkları sözle işe başlamaları gibi..

Kaos, erkeğe kaostur! Bence tabi.. bir kadın neyi kaos olarak tarif edebilir? bu tarifi düşünürken, lütfen kendinizi iyi tartın. öğrenilenler değil, hissedilen ve yaşananlar önemli.. Bence bir kadının en büyük gücü, yaşadıklarını, algıladıklarını- hissettiklerini illa ki entellektüel boyuta taşımadan onlarla hesaplaşabilmesi, ya da ne bileyim, yaşaması işte! atlatması.. usul usul.. bilerek..duyarak.. ben bunu seviyorum. İyi ki kadınım!

Çarşamba, Temmuz 28, 2010

Nerede kalmıştık?

Merhaba,
Tabi ki ilk haber, minik kuşumun dönmüş olması! Babaannesinin börekleri, karne harçlığı ve hikayeleriyle beraber. Her akşam beni aradı! Peşin peşin, "anne, burada canım sıkılıyor, seni her akşam arayacağım böyle" diyerek tembihledi hatta! Benim oğluşum da bir şehir yaratığı olmuş galiba. Ben de tabi klasik cevabı verdim: "Sıkıntı, yaratıcılıktan hemen bir evvelki adımdır, ha gayret, biraz daha sıkıl...".. (Yeni bir cevap bulmam lazım artık) O da kaleme kuvvet, yeni labirentler çizmiş; araba labirenti, şu labirenti, bu labirenti.. Labirent yaşını geçtik halbuki diye düşünüyor bu anne. Halbuki o sevdiği şeylerden kopmayan akıllı bir çocuk işte. Labirent çizmeyi seviyorsa çizsin, değil mi? Yalnız bunları birinin çözmesi gerekiyor bir de! O da benim tabi.. hmmm...psikanalitik yoruma açık bir durum tespit ettim burada! ;)

Ağustos ayına geldik. Tatil gerekli. Kaş ya da Kekova'ya gitmek istiyorum. Kaş, aylardır kulaklarımda çınlıyor! 'Yaz' diyorum, içimden 'Kaş' sesi yükseliveriyor! Ne hikmetse. Galiba oraya gideceğim. Oğluş ilk kez görecek. Belki abim de gelir (ilgili heceleme hk. bkz. evvelki yazılarım). Onun oğlu da. bakalım..

Evet. aklım boşaldı. Halbuki şunu da yazsam, bunu da desem diye kaç şey aklıma geliyor gün içinde! halledilecek sinir işler grubunu da oldukça hafiflettim. Kendim de hafifledim: 3 kg verdim, Mehtap Hanım sağolsun!

Havalar çok bunaltıyor. Gece uyumak zor. Allah hastaların, hamilelerin, yaşlıların yardımcısı olsun!
Sevgiler

Pazartesi, Temmuz 19, 2010

Merhaba,
Bir kaç hesaplaşma gerekiyor. kendimle.
İçin rahat etmediği durumlarda bunu ertelemeden; olayın yok olup tortusu ile baş başa kaldığın kerteye vardırmadan bunu halletmek gerek.. doğru hesabı çıkarmamış olabilirim sonunda, fakat erken kalkan yol alır; bakiye boş kümeden iyidir her zaman.

Meselenin biri oldukça önemli, fakat mesleki, entellektüel boyutta bir mesele. Çok sıkıştırmıyor. Diğeri ise bire bir çevrem ile ilgili; bir hareketimin doğruluğunu anlamaya yönelik bir soru. İkincisiden başlayalım:

Geçen haftalarda kötü bir olay yaşandı, bir apartman toplantısı basılarak cinayet işlendi. Bunun detayını da apartmanda yakını olan bir dostumdan öğrendim. Zor bir haber- almak istemeyeceğiniz türden. Fakat dün akşam da benim bitişik komşum sahanlığa çıkarak anormal bir terör estirdi. detaya girmeyeceğim, sinirlerim çok bozuldu, korktum ve polis çağırdım. Ciddi bir kabadayılıktı, o an karşısına birisi çıksa ona kalıcı bir zarar verebilecek durumdaydı adam. Nitekim kattaki diğer kapılar açılmadı, herkes sindi. Ben buna mı kızdım, adam meydanı boş buldu, bundan sonra da rahatsızlık yaratır, arsızlaşır mı dedim bilmiyorum, çağırdım işte polis.. 4 memur geldi ve adamı zor sakinleştirdiler; konuşarak. Bir sürü tehdit, kabalık, küfürden sonra bir sükunet.. insan o polisler hiç gitmesin istiyor- ya onlardan sonra bir şey ederse diye.. Neyse ki bir şey olmadı. Fakat sonra gel uyu.. Dualar edildi, olumlu düşünüldü vs.. ardından kötü rüyalar! Neyse ki oğlum evde değil diye uyurken, rüyamda bu adam beni ve oğlumu kovalıyor, biz arabayla benim üniversiteye kaçıyoruz, malum okulda her taraf güvenlik kaynıyor- ayık kafamla hep dalga geçtiğim, kınadığım şey, rüyamda hayat kurtarıyor! Bu sabah ayrı bir muhabbetle gittim dersime! Neyse.. şimdi düşünülen: polisi çağırmak doğru bir şey mi? komşuluk ilişkileri, duyarsızlık, kimsenin yeni gelene bir güler yüzle "güle güle oturun" dememesi.. böyle düşünüyorum işte.. Komşuma ihanet etmiş gibi hissediyorum.. evet, ben aşırı toplumcu bir insanım gerçekten de! Mutluluğumu ve bekentilerimi kamusal alana resmen transfer etmiş olduğumu görüyorum.. bu da benim dönüşüm hikayemin bir parçası işte.. dramım demeye içim el vermedi..

Diğer mesele ise tiyatro eeştirmenliği hakkında. bu akşam seyrettiğim bir oyuna karşı tavrımın fazlasıyla kişisel olduğunu düşündüm. Evet, herkes durduğu yerden bir ışık tutsa bir olaya ne güzel aydınlanır pek çok alan, ama benimki ışık mı emin olamadım bu akşam ve bu iyi bir şey. reji asistanı arkadaşım, belki de onu sevdiğim ve aklına, yüreğine ve iyi niyetine değer verdiğim için şapkamı bu şekilde çıkarıp önüme koymuşumdur. bu da inanın çok iyi bir şey; çünkü ben giderek yabanileştiğimi ve bunun işime yansıdığını düşünmeye başladım!

derin konular bunlar..
sevgiler..

Cumartesi, Temmuz 17, 2010

Yine tatilde..

Evet, yine oğlum tatilde! 2 hafta arayla! Bu bir anneye yapılır mı? :))

Keyfi yerinde, eşyalarını, kitaplarını,oyuncaklarını (elektronik alet edevat desek daha uygun olur) derledi, topladı, babaannesine gitti bu defa.. İyi tatiller minik kuş!

Biz nerede kalmıştık? Değişen pek bir şey yok, hala Yumak'ın aşıya götürmemek için elimden geleni yapıyorum, veteriner beni aramayı bıraksa da rahat etsem diye içimden neler geçiyor.. İki sokak yukardaki Erenköy Veteriner Kliniğine götürsem, acaba orada başına geleceklere uyanamadan aşı olabilir mi.. Yoksa abartıyor muyum?

Bunun dışında, bu öğrenciler sınıfa neden gelmez? yaz okulu böyle boşlanası bir şey midir? Bu meseleyi halletmem gerek- askeri rejime mi geçmeli? Otorite-disiplin benzeri şeyler bana o kadar ters ki! Gördüğüm yerden ben kaçarım.. Bir çare bulunacak..

Markete gidilecek, bamya alınacak ve güzelce pişirilecek, dolapta fasulyenin yanına konacak, diyete uygun malzemeler devamlı el altında olacak..

Tanıdıklar-dostlar hemen aranmaya başlanacak, akşamlar için plan yapılacak ki evde yine kendimi köşeye çökmüş bulmayayım.. Bir akşam annemlere ayrılacak; bir akşam tiyatro var, bir akşam belki konsere giderim... kalıyor 4 akşam! hmm.. kimleri arasam kimleri arasam... Yok yok, dostlarım konusunda bu kadar analog tavırlı değilim, yanlış anlamayaın :) hepsi aklımda ve gönlümde:)
Sevgiler

Salı, Haziran 29, 2010

Kim uğraşır tasarımla? hayat akıp gidiyor!

Benim miniş hala tatilde ve ben elimi bir sürü işe attım. hatta bunlar için kredi çekildi! şu yarım yamalak maaşımın aslında ne kadar bereketli olduğunun farkına vardım; bankalara evirip çevirip satıp duruyorum; bana bir sürü para veriyorlar karşılığında!! :) şu an çok komik geldi gerçekten! bir sürü para lafı şaşırtmasın lütfen- neyse, bütün harcama kalemlerini kayıt ediyorum..

Bugün en önemli kalemlerden birini hallettim: buzdolabı motoru değişti ve klima temizlendi. . sonra, dün abime (bu kelimeyi asla ilkokuldaki gibi yazmam, kimse beklemesin, TDK'na da benden selam söyleyin, güzelim eski Türkçe kelimeleri katledip atarken düşünselerdi!) benzin ısmarladım; annemlere dondurma gitti (Diyar'ın dondurması muhteşem- Baylan'ın adisababasına çok benziyor ve onun fiyatına beş kişi müthiş dondurma yiyor!), benim kahve ve sandviç molalarım var tabii ki; Yumoş aşı oldu; perşembe için dişçi randevum alındı; sırada araba bakımı var, ve hatta internete bu sebeple girildi ama tabi akıl yine çelindi- baktım yazma modundayım, tabi ki de yazdım! evet, daha bir kaç kalem daha var halledilmesi gereken şeylerden. ayrıca evde temizlik de yapıyorum; yardımcımı arayıp Eylül ayında devam edelim diyeceğim.. hmm.. daha ? hm. bu şuur akışına tamam demem lazım- bloga uygun mu acaba?

Evet, bakalım neler halletmiş olabileceğim bu hafta sonuna kadar..
sevgiler

Pazar, Haziran 27, 2010

Tatildeyim. bugün pazar. gece kaçta yattım? 02.30 gibi galiba. hayır dışarıda değildim, daha buna çok var; ayrıca bu 'rahatlama' yolu hiç oraya varmayabilir, çünkü benim miniş haftaya ctesi evde. ve ben tekrar o yüksek voltaja tutulmuş koşturan ve 'ben şimdi ne yapacaktım?' moduna geri döneceğim..mini özgürleşme ve kendini bulma bu kadar olacak. ayrıca bütün bunları tamamen unutmak en iyisi. kendimle yaşadığım bu muhteşem macera bitecek ve kendimi hatırlayıp, özleyip, aşk acısı - o özlemi yaşamak hiç istemem! her harika, yoğun maceranın sonu..

bu kendini bilme, yoğunluk, varlık duygusu neden günlük hayata inemiyor? bak, şu an neden tiyatro eleştirileri yazmaya başladığımı çok net hatırlıyorum. bana anlamlı geliyor. işte kendimi verebileceğim bir şey! ama yok olacak.. bunun için psikolğa gitmeli mi? ya da dedim ki demin kendime: her veriğin 150 tl.yi alışverişe versen, çok daha mutlu bir kadın olursun! en kestirme yol.. yapmayın, Bağdat Caddesi'ne 10 dk yürüyüş mesafesinde oturuyorum ve artık hiç alışveriş yapmıyorum oradan! nasıl? acınası bir durum, değil mi? işin kötüsü, bildiğim ve sevdiğim yerlerden artık alışveriş yap(a)madığım için, alışveriş hiç yapmıyorum! ne kadar takıntılı bir insanım! tüm kadınlarda bu biraz böyledir deyin lütfen! lütfen!!!!

neyse.. dün kedoşumu aşıya götürdüm, ama benim içli, yoğun, inatçı, vahşi (o müstehzi gülüşü silin hemen!) kedimle tek veteriner başa çıkamadığı için diğerini beklerken beni oradan postaladılar. e, ne yapıır- piyangodan bedava 1-2 saat çıkmış, tabi ki 'yürüyüş' bahanesiyle Cadde'ye inilir.. inince mutlu olunur. tam bir elit karnavalın ortasına inilir..Bakhtin'in kulakları çınlasın! yürüken sırtını dik tutarsın, hatta karnını bile içine çekebilirsin! vitrin camlarından da kendini kontrol edersin.. ben bunları pek yapmıyorum artık gerçi, ama arada nostalji duygusu basıyor.. bütün bu varılan noktalardan bir şikayetim yok! buraya gelmek için uğraştım hatta.. tek amacım yukarıda aşkla bahsettiğim 'kendimi' bulmaktı.. gel gör ki şimdi onu 1 hafta, oğlum tatile çıktığında  görebiliyorum. bu ağır bir konu, girmeyelim- beni mutlu etmediğinden değil, ama bu blog bunun için gayet hafif bir mecra..hem kim 'kendine' sahip ki ben olayım? buna izin var mı? bedeli ağır. bana bir ara faturayı gösterdiler, aynen o an kalktım masadan ve hala borç 'restructuring'i ile uğraşıyorum.. acıları fiziki araçlara transfer ettim.. keşke etmeseydim:)) anlamadınız mı?

Elegy filmi muhteşem. Amerikalıların böyle film yapabilmesi güzel, ama tabi içinde bir Avrupalı var- belki de o kurtarıyor atmosferi? zaten film bu atmosfer üzerine kurulu-- kontrollü Amerikalı entellektüel ve kontrol gereği duymayan Latin afet.. yaşlılık, güzellik, kontrol, aşk, benlik sınırları, tercihler...

kedoşum dün zor bir gün geçirdi bgün tosur tosur uyuyor.. midesi de bulanıyor! tüylerini çıkaracak ama beceremedi. o da benim gibi çıkarmayı sevmiyor.. buna da biz 'pathetic fallacy' diyoruz..
öpüyorum, hoşça kalın

Cumartesi, Haziran 26, 2010

Tasarım hala başarısız.. acaba sadece bunun için bir ara buraya girmeyi hatırlayabilir miyim?

Oğluşum tatilde! ben de umarım ağustosta çıkarım tatile- yaz okulu bitsin.

Bugün Yumak da veterinere gidecek. nasıl olacak? ilaç vermek hiç istemiyorum. çok vahşileşiyor, sabahtan beri dua ediyorum rahat atlatalım diye. nasıl yapmalı? acaba ben de içeri girip onu tutsam mı? ama veteriner işini çok iyi biliyor edasıyla siz gelmeyin isterseniz deyince ne diyeyim ki? benim kedim biraz damarlı br kedicik. inatçı. şefkati şefkat, nefreti nefret, inadı da inat!

bakalım nasıl atlatacağız..
Haber veririm:)

Perşembe, Haziran 24, 2010

Blogun tasarımını değiştireyim dedim ama işin içinden çıkamadım. hemen girişte yine dikkatimi çeldi, uğraştım ama şimdilik bu kadar diyerek bıraktım..

hava ne kadar asık suratlı değil mi? aslında çok ideal bir yaz hali. hem de en başında, yoksa çokta bunalmaya ve nereden geldi bu yaz diye söylenmeye başlayacaktık. yanlış mı?

iki gün sonra oğlum babasıyla taile çıkıyor, 1 hafta yok. benimse yaz okulumda sınıfım açıldı.. ama bunun dışında hiç bir şey yapmamayı umuyorum. sıfır sosyallik, sıfır harcama, bol tembellik, bol yatak.. bol okuma. sayfa çevirme.. sağa ve sola dönme. uyuklama, uyanma.. acıkma, yeme, yürüyüş yapma.. minimum enerji ve para harcama. bu hayati bir mesele, takdir edersiniz ki!

şu an da oldukça yorgunum. sabah çocukları Sabancı Müzesine İstanbul sergisine götürdüm ve itiraf etmeliyim ki. müzeyi benden daha iyi gezdiler! kulaklarında 'audio guide' aletleri ile her köşesine ince bir dikkatle eğilerek gezdiler!

yaz böyle başladı.. bir liste yapmam lazım. öyle bir liste ki demin yazdığım tembellik planlarımı tamamen çürütecek. öyle bir angarya listesi ki.. kendimi de bildiğim kadarıyla, sinir işleri zamana yayamam, hemen halletmek için hepsine birden koşturacağım hemen bitsin, beni taciz etmesinler diye, haftanın son günü yine yorgunluk ve bezginlikten dilim dışarı sarkmış bir şekilde oğluşumu karşılama telaşına girişeceğim bu defa da!

öyle bir liste ki..
neyse, ben bunu hazırlamak için ayrılıyorum.. umarım bir daha ki yazdığımda bunların hepsini halletmiş olurum! olmazsam da, yine kendimi biliyorsam, bitirmedim diye buraya hiç bir şey yazamam!
hoşça kalın

Salı, Haziran 08, 2010

Merhabalar tekrar.
Kimseler yok, ama sorun değil.

baş harflerle uğraşamayacağıma karar verdim, sakıncası yoksa? Türk Dil Kurumu buna ne der bilmem, ne de olsa ilk yazımda andım bu güzide kurumumuzu..

özel isimlerde dikkat edeceğime söz veririm.
Yukarıda şirinlikle sapıtan bir kız çocuğu görünüyor. çocukların bu şekilde içlerini dökmesi ne hoş. siz de çocuğunuzun doğal hallerini kurgulayıp yapılandıranlardan mısınız? bende bu oran sanırım %40 en fazla.. kim başa çıkabilir ki bir çocuğun doğal enerjisinin bin bir dışa vurum ihtimaliyle? bir tane davranışı benimsetmeyi başarsanız sonra bambaşka bir şey yapıp ederek evvelkinin, hayatında sadece komik bir şapka misali sırıtacak bir şekilden ibaret olacağını size o kadar güzel gösteriyorlar ki.. bu çocuklar muhteşem. kendilerini ifade şekillerine ve varlık tercihlerine karışmamak gerekli. bu imkansız zaten.

ben de galiba o yüzden çocuklara çok sempati duyuyorum. özgürlük, naiflik, iyilik, güzellik. fıkır fıkır bıcır bıcırlar. devamlı tıkırdayan bir cezve gibi.. yerim onları ben..

neyse, konum bu muydu, hayır, ama işte devamlı dağılan bir insanım ben. bu senkronik durum benim alt yapım. her an her şey beraber ve solo! akıl sağlığı buna zor dayanıyor. işte çoğunlukla sadece akıl sağlığını koruyabilmek için, hiç hayatımda işlevsel bir fayda sağlamayacak bir sürü şeyle uğraşıyorum. bunlar aklımın kara deliklerini tıkamaya çalıştığım yamalar gibi aslında. ama seviyor ve hayatımın bu haline sempati duyuyorum. çocukluğumun Sarah Kay çıkartmalarındaki renk renk yamalı yorganlar, elbiseler, pantolonlar, şapkalar gibi bir hayat benimki. seviyorum böyle. bir yöne doğru gitmiyor da devamlı genişliyor gibi geliyor bana.. hareket alanım çok enişliyor, sonra bazıları buna "distracted" diyorlar. bilmiyorum. özgürce düşünmek ve bir sürü şeye ilgi duymak ve beğenmek olumsuz mu? boşver.

içerisi ve dışarısı bağlamına ulaşınca terk etmek gerek konuyu. bazen hayatıma dışarıdan bakma ihtiyacım da oluyor. bir psikoloğa gitmeyi, saatlerce anlatmayı istiyorum. o zaman bir ana yol beliriyor hayatımda ve tabi kendimi iyi hissediyorum. ama sonra o yol yine genişliyor, genişliyor, genişliyor.... o yola tutunmak ve sınırlarını muhafaza etmek ne kadar mümkün bilemiyorum. istiyor muyum onu da bilmiyorum. eminim bu durumumun psikolojide bir adı vardır. dağılma hali. ama insan kendine kendi önceliklerini nasıl hatırlatıp durur? işaret/gösterge sistemi mi kurar? odama poster mi asayım o zaman? çok sıkıcı..

bana en iyi gelen yöntem kitap okumak ve hatta resim çizmek. boyamak işte.. bitince yeni uyanmış gibi oluyorum. ya da gün ortasında uyumak mı daha iyi? o da iyi işe yarıyor..

evde olmak zor. sözün kısası bu sanırım.
görüşmek umuduyla! 

Çarşamba, Mayıs 12, 2010


Merhaba,
bu resimdeki dost bir ay, değil mi?
bugün çok ilginç sebeplerden ötürü ay hakkında düşündüm.. hem de ne ilginç bağlar kurarak. sonra da kendimi edebiyat yeteneklerimden ötürü kutladım. ne de olsa edebiyat ve sanat hayatın zor, karanlık alanları ile barışma çabası insanların. işte, acaba hayatın zor ve karanlık tarafı ay ile mi sembolize ediliyor? ayın en genel geçer sembolizmasında bu yükün bulunduğuna yürekten inanıyorum.. zaten söz konusu ay ise inanmak dışında ne yapabilirsiniz? ne de olsa Armstrong'un adımına bile "inanmama" eğilimli görüşler dolaşmıyor mu etrafta? bakın, konu ay olunca en somut ve ilim bazlı etkinlikler bile 'inanıp inanmama' cenderesine giriveriyor! yok yok, bu ay büyülü!

İngilizlerin delirenlere eskiden "mooned" dediğini bilir misiniz? neden? hadi bir kaç felsefi / atmaca bağlam yaratalım. fesefeyi neden atmasyonun yanına koydum? felsefe hiç bilmem ben çünkü. metafizik benim duruşuma, görüşüme aykırıdır. evet, bir kaç doz mistik ton ararım hayatımda, fakat bu ancak naif, belli belirsiz bir melodi gibi gelip geçer bir an düşüncelerimden. daha fazlasından kendimi korumak için elimden geleni yaparım. bu da aslında deliliğe karşı bir mücadele gibi..bu da sorun belki.. Hamlet ne demiş annesine, "no ma'am, I'm too much in the sun"! ben de güneş ışığında kavrulmuş kalanlardanım aslında. ayın o sakin, dingin huzuruna tabi ki ihtiyacım var.. ama 'mooned' olmak da istemiyorum!

bu konulara nasıl mı geldim? şöyle (oldukça şaşıracaksınız- bu kadın nasıl savruluyor böyle diye):

bu sabah oğlumun Işık Lisesine kabul edildiğini öğrendiğimden beri bir tür mutluluk esrimesi yaşıyorum, annem de bana katıldı tabi.. çok dışa vurulmuş bir şey yok, ama her zamanki ortalama mutluluk eşiğimi yerinden oynatabilecek derecede mutluydum bugün. hatta günümü bu duyguya inanıp inanmamalı mı acaba diye acaip geleneksel paranoyalar bile pek bölmedi. fırsat vermedim, çünkü kutlama likörleri ve öğle yemeğinde bira içtim!

akşam üzeri, bir takım olumsuz taraflar da belirmeye başladı aklımın ucunda. hayat böyle bir şey ya.. hem parlak hem de karanlık taraflardan oluşuyor ve biz hep parlak tarafların peşinde koşarak Hamlet misali kavrulabiliyoruz. meselenin sadece parlak tarafını değil de karanlık yüzünü de görebilmenin iyi bir şey olduğunun bu akşam üzeri 'farkına vardım'. bu çok söylenen bir şey. fakat benim 'e, ne yapalım yani' de diyebileceğim bir şey aynı zamanda. bu nasıl anaşılır ve takdir edilir ve hayata mal edilir? yani hayata nasıl derinlik katacak bir değere dönüşür bu bilgi? sanırım ben bu bilginin değerine kani oldum bu akşam üzeri ve ay bana yardım etti.

bu okul meselesi, bir gül bahçesi değiil, hayatta parlayan hiç bir şeyin olmadığı gibi. ağır bir yük. hem çocuğa, hem masrafına katlanacak aileme. ben şimdiden daha iyi para kazanabileceğim iş arama planları yapıyorum, bir taraftan da memnunum, daha hareketli, diri bir hayatım olacak diye, ama karanlık taraf hala orada duruyor. karanlık potansiyelin ta kendisi.. o karanlığı kuşatabilir miyiz? şifresini çözmeden, içeriğin görmeden? o bir sır. bir yekun. belirsiz. ama illa bir kara delik olması gerekmiyor. asıl buna uyandım ben. karanlıkla barışmam, kabul etmem gereğine. bunu kafama sokmak için istediğim kadar Hegel diyalektiği çalışayım, ay kadar iyi bir öğretmen asla bulamazdım!

neden ay? bilmiyor musunuz, ay bizi uyutuyor! o bizim gecemize, karanlığımıza şahit. onun bekçisi. karanlığın, uykunun, bilinmeyen, görünmeyenin, rüyaların bekçisi o. biz gecemizi, karanlığımızı ona teslim edip uykularımıza çekiliyoruz. bazen onun da karanlığını görüyoruz, hatta onu kaybediyoruz. ay dışında, biz insanlara hem aydınlık, hem karanlık yüzünü beraber sergileyen ne var? kim var? bu çok muhteşem, mistik, büyülü bir gerçek değil mi sizce de? bu tıpkı aklı bir giden, bir gelen bir insan seyretmek gibi- aydınlığı da karanlığı da bir arada, yan yana sergileyen başka ne var? aydınlık akıl, gündüz ise, karanlık- gece ay nedir?
bilmiyorum. tek bildiğim onu seyredebildiğimiz! bir tam, bir yarım, bir çeyrek.. o bizim gecemizin bekçisi.. bize neler yansıtıyor? neler hatırlatıp öğretiyor?

bana şunları anlattı ay: asla hiçbir şey salt faydalı ve iyi olmayacaktır. bu insanın midesine kramplar sokabilecek bir bilgi. ama bu bir gerçekse, neden onu benimsemeyelim? neden kuşatamayalım? ayın hareketlerini kuşatamasak da, o sırada uykuda olsak da, bu hareketleri yaşıyoruz. hayatımızın parçası bunlar. sadece şuurlu vaktimizde değil de, uykudaki halimizle geçiriyoruz tanıklık anlarımızı.. ama oradayız. biz de, o da. ve ay çok güzel! çok gizemli, çok kuvvetli!

ne diyebilirim..bu basit bir ying-yang meselesi değil. bilmekle anlamak farklı şeyler. ben bugün bir şeyler anladım, ve gördüğünüz gibi anlatamıyorum doğru dürüst. buna şiir gerek. eminim Sunay Akın bu yazdıklarımı okusa imdadıma yetişir.. ama işte, ay size bir şey öğretti mi, aklınıza öğretmiyor.. onun bilgisi bambaşka taraflarına nüfuz ediyor insanın ve bir dinginlik veriyor. bir tür kabullenme, bilme yetisi veriyor, korkmadan. bence, gerçekten de eğer bu güç aydan gelmişse- yani öğretmeniniz ay olmuşsa eğer- çok müthiş, muhteşem bir güç, çünkü bir takım hayati bilginin- bilgeliğin- asimile edilmesini sağlayan bir gücü olduğuna inandım ben bu öğretmenin..güneşin aşırı aydınlığında kurumuş, sorunlarla aydınlıkta yüzleşmekten yıpranmış ruhların, zihinlerin çoraklığını, esrikliğini gideriyor!

ay, seni seviyorum ve henüz değerini yeni yeni anlıyorum senin. hayatıma hoş geldin! :)

Pazar, Mayıs 09, 2010

merhaba tekrar,
uzun zaman oldu yazmayalı. aslında yazmaya değer neyim var diye düşündüm arada. hayatımda tabi ki çok şey oluyor, ama yazılası şeyler mi? hani demiştim ya  ' sadece iyi şeyer' diye..

bugün anneler günü. pek çok şey yazıldı, çizildi, duygulu, sağduyulu yorumlar yapıldı.. insanların kırılgan hayatarına dokunulduğu gerçek. duyguların reklamı yapılır mı bilmiyorum- artık her şeyin reklamlarda ifadesi mümkün. reklamları -hele ki yenileri yeni çıkmış film gibi izlemiyor muyuz genellikle? ben bazen kendimi öyle buluyorum. öylece bakarken. o filmde bir şeyler arıyorum. ilginç değil mi?

oğlum ve ben gayet yorucu ve stresli bir hafta geçirdik. Teo 1-2 özel okulun ara sınıf sınavına girdi. sonuçlar bu hafta belli olur. cumartesi girdiği sınavın ardından babasına gitti, ben de eve döndüm. çok yorgun ve neredeyse hasta olduğumu fark ettim. neyse ki evelki akşamdan bir sürü yemeğim vardı, aç kalmadım- bu tür bitkinlik dönemlerinde tamamen tükeniveriyor insan ve ne ilginçtir ki, evindeki şeyler de birden tükenmiş oluyor! böyle kalıveriyorsunuz. bir sınav, yetişmesi gereken bir yazı- bir iş, hastalık.. neyse, bu tür dönemlere bir nevi temizlik dönemi olarak da bakılabilir, giden her şey yerine konur, hayat tıkır tıkır işler.. ama o tükenmişlik durumuyla yüz yüze gelindiği an gerçekten sıkıcı bir an. neyse, işte bunu yaşamadım. bir Woody Allen filmi koydum, Türk tiyatro tarihi çalışacağıma- bu imkansızdı zaten- film güzeldi tabi ki, evdeki yemeklerden bir sürü yedim. beni fil sanmayın- bilmiyorum filler çok mu yer- ama genelde çok az yerim. hatta o kadar az yerim ki, bir saat sonra karnım tekrar acıkır ve şaşarım- ne kadar az yediğimi unutup! resmen iştahını kaybetmiş bir kişiyim. ama dün gayet güzel yedim.. neyse. filmden bir saat kadar sonra oğlum geldi, o da hasta! babası hatta ibufen vermiş.. eh, tabi akşam ateş çıktı, ben de kıyamadım, yanımda yatmasına izin verdim.. ertesi gün anneler günü düşüncesiyle kendime duygusal baskı da yaptım tabi bu arada! kendi kendimin en büyük karabasanı ve duygusal manipülatörüyümdür :) ha bu arada, burada bir parantez açıp anneler gününün bu durumda kime hizmet ettiğini de tartışabilirz- bana etmediği kesin!

evet, asıl konuma gelebilmeyi başardım: anneler günü. bence yine de bir sakıncası yok. havada bir ortak değer ve duygunun asılı olduğu günleri seviyorum ben. bayramlar, yılbaşı, şu günü bu günü.. bence mahsuru yok. oğlumla anneme gittik. tchibo'dan kalp şeklinde pastalar almayı planlıyorduk ama Teo hafif ateşliydi, onu yormamak için eli kolu boş gittik. evden çıkarken de içimde bir mutluluk ve heyecan vardı, açıkçası 'anneler günü' sebebiyle. güzel bir şey yaplmasına vesile olduğu ve günlerin akışına başka bir heyecan, frekans kattığı için. anlamı hazır gelen bir gün!

görüşmek üzere, kendinize iyi bakın!

Pazar, Nisan 11, 2010

siz de kafasının içinde bir sürü şeyle yaşayanlardan mısınız? hatta orası o kadar kalabalık ki, günlük hayatınızı da ketler mi oluyor? işlerin tam ortasında durakalıp, 'ben ne yapıyorum burada' dediğiniz oluyor mu.... bunlar ne belirtisi acaba?

neyse ne.. kendini hayata verememenin 1000 tane sebebi olabilir, illa ki patalojik sebep aramak mı lazım? aman tanrım, biz de aydınlanma mı yaşıyoruz yoksa? her gıcık derdin bir bilimsel tarafını da yoklamak alışkanlık mı oldu? bilim popülerleşti mi ne? tabi ki.. onca dergi, onca akademik ilkokul, onca seminer, onca popüler bilim kitabı, onca popüler doktorun bilgilerini kafanıza vurduğu sağlık kitabı.. bırakalım lütfen. hepimiz nevroz modundayız. bunları bilsek  ne olacak? bunca iş güç içinde bir de yoğurt mayalıyoruz akşamları yatmadan.. neymiş, endüstriyel üretim ölçekleri ve firmaların kar maksimizasyonu takıntısı gıdaların güvenilirliğini paranoyak medeni insan gözünde neredeyse sıfıra indirmiş.. eh bir de buna kaybolan geleneklerimiz, vah aile değerleri, vah evde pişirilen yemeklere ne oldu.. anneannemiz ocak başında yemekle beraber pişerdi, vah vah.. yahu ne oluyor? iyi miyiz? kafamızı evde toplayamayacak mıyız? bir parça huzur için hep dışarı mı atacağız kendimizi?

ben bu konuda inatçıyım. evimle helalleşmeden dışarda da keyfim olmuyor genelde. yani gözüm çok kararmamışsa.. hayatı fazla karmaşıklaştırmıyor muyuz? listelerle yaşıyoruz..

bugünlük bu kadar benden, aman aklınıza mukayyet olun!  :)

Çarşamba, Nisan 07, 2010

evet. evet, başardım başına oturup blogumu açmayı. pfff! (bunun Türkçesi var mı?)
yazacak çok şey var. hatta artık gün içinde bir şey yaşadığımda bunu yazmalıyım diyorum. ama ertesi sabah kalktığımda aklımdan çoktaan çıkmış oluyor. bu aralar çok mu hızlandı hayat ne? bahar mevsimine karışıyoruz.. kan basıncımız, duyularımız.. sabah 7.30'da oğlumun beslenmesini hazırlamak için girdiğim mutfağımın penceresini açtığımda şeker gibi tatlı bir hava yüzüme çarpıyor. şekerin hava hali! Keats'in kinestetik algılama halini anlıyorum böylece! halbuki hayal etmek ne zordur bir tada koku halindeyken ulaşmayı.. neyse, geçelim.

tiyatro festivali geliyor. herhalde hiç gidemeyeceğim! biletler tükenecek. ne kötü! ben ki tiyatro izlenimlerimi paylaşacağım- hem Türkçe hem İngilizce bir blog kararı almıştım geçen doğum günümde- ki şurada 1.5 ay kaldı, ben aça aça bu blogu açtım! ama pes etmek yok, onu da yapacağım. bak, cafefernando.com ne güzel tam zamanlı blog yazarı olma kararı almış: alkış! destek! muhakkak sitesine bakmalısınız, gerçekten kaliteli ve samimi, ince bir emek söz konusu orada!

aslında, hayat benim çok enerjimi ve dikkatimi çeliyor. bunu nasıl azaltabilirim acaba? bir tür sorumluluk duyugusu ve sahiplenme mi acaba? evet, muhtemelen. yani eskiden bu daha yüksek oranlardaydı, şimdi daha bir kendi işime bakar oldum. büyüyorum galiba. 40 yaşıma geliyorum, 25 mayısta 1 senem kalacak! 40'larımdan gayet ümitliyim ama!

ben ne diyecektim?
neyse, benim Jameson-Lukacs-Brecht üçgenine dönmem lazım, cumaya teslim bir yazıyı bitirmem için! lütfen bana şans dileyin, çünkü bu yazı benim ilk bilimsel makalem olacak yayınlanınca- şimdiye kadar hep popüler yayınlara yazdım. açıkçası onları yine tercih ederim, ama bu bilimsel makaleler akademik kariyer için gerekli. ayrıca sonra popüler organlar için bir sürü görüş ve materyal de birikmiş oluyor. hem bu akademik yayınları kim okur ki? pöh! çok sıkıcı...

bugünlük bu kadar olsun, sizi seviyorum- her kimseniz! içimden geldi..  :))

Cuma, Mart 26, 2010

merhabalar..
evet, bu sanal ortamda ben küçük harf kullanıyorum, çünkü bana çok gayrıresmi geliyor bu ortam, şekle çok önem vermeye gerek yokmuş gibi..

şu an içim burkuluyor.. oğlumun okul meselesinden ötürü. bugün burs olanağı vardır diye gidip 2 saatlik tanıtım toplantısına katılığımız okulun ilk girişte bursu olmadığını öğrendik. keşke telefon edip sorsaydık.. çok mu etkilendim okuldan? hayır aslında.. öğrenci temsilcileri çok mu etkileyiciydi? hayır.. okulda olup biten eğitim öğretim olayları yöntemleri mi beni etkiledi? sanırım evet. tabi ki. oğlumun o imkanlardan faydalanarak okuyabilmesini hayal ettim  . bir taraftan da tabi ki bunun doğal bir eğitim ortamı olmadığını kabul ederek. çünkü yaygın değil. keşke olabilseydi. galiba içim en çok buna acıdı. ben yılda 25 bin tl civar para verip oraya gönderebilsem bile.. ne bileyim insanın içine bir şeyler oturuyor işte. ülkesi için üzülüyor insan. her okulun  neden bir kütüphanesi, spor salonu olamasın diye.. o kadar çok şey geliyor ki aklıma.. hangisini savıp hangisine kafa yormalı şaşırıyor insan.. biz idealist takımı böyleyiz değil mi..kişisel meseleden ülke meselesine zıplayıverdiğimin de farkındayım!

oğlum çok önemli bir tespitle düşüncelerimin arasına daldı: 8 dk daha gecikirlerse pizzayı bedavaya alacağız!!
:)) dağılın kara bulutlar, bedava pizza geliyooooorr ...derken son 4 dakikanın içinde geldi:)
Allah bütün çocuklarımıza zihin açıklığı ve temiz, güzel bir gelecek versin ..

Çarşamba, Mart 24, 2010

-ken bailey-
..sağolsun yardımcım ilk haftasında banyo bataryasının icabına baktı :) nasıl mümkün olabilir, bir alete elini atıp kırmak? aslında sanırım mümkün, benim de bu konuda bir hatıram var: oğluşum yeni doğduğunda babasının işyerinden arkadaşları ziyarete gelmişti. ben de artık nasıl bir ruh halinde idiysem, güvenlik görevlisi arkadaşın güzelim çekmeli müzikli palyaço oyuncağının çekme ipine bir kol kuvvetiyle asılıp, tak diye kırıvermiştim! adamın yüz ifadesi gözümün önünden gitmez hala.. ama ben gerçekten sevmiştim o oyuncağı! :) acaba böyle bir durum mu oldu?

neyse, bu yaklaşık 1 ay önce oluyor, ve kadıncağıza da ibret mi olsun diye nedir, bir türlü tamir ettiremiyorum. aslında bu aralar bütçem yine çok daraldı, devamlı yapılacaklar listesinde tamir işleri arka sırayı boylayıp duruyor.. nasıl bir yanılma! halbuki artema'nın web sitesinden yetkili servisler bulunup, telefon edileli en az 3 hafta oluyor. neyse, geçen cuma galiba "sinir işler" günü olacakmış, bir sürü aradan çıkarılacak şeyle beraber buna da el atabildim, gittim, buldum o daha evvel sinir bozucu şekilde kaybolup durduğum sokaklar arasındaki dükkanı! Evet, bu ikinci gidişim, evvelinde de kişisel bir krizini benim evimde geçiren çok sevdiğim bir hocam sabah duşunda aynı bataryanın sıcak tarafını kırmıştı- o da yaklaşık 2-3 ay öyle kalakalmıştı.. tabi bu kalma dönemi benim "insanlar nasıl başkalarının aletlerini kırabiliyor" tepkimle geçmişti. evet, tepki hallerini terk edip işe koyulmayı öğreniyorum artık! :) işte o dönemden tanıdık olan dükkanı tekrar buldum, girdim, ama bu defa da parça yok! şu dükkana gidin.. gidemem, kaybolurum!.. tarif ederiz, fikirtepe'de şurada şurada.. göztepe benzinciye göre tarif edin.. yok, alakası yok, kaybolursunuz, e-5'ten girin.. olmaz, bulamam, kaybolurum, buraya getirsinler.. boş boş suratıma bakışlar.. neyse ki masanın arkasındaki kız, "tamam efendim, buradan alırsınız, 1 güne gelir, telefonunuzu alayım", ah, sağol valla.. süper.. buradan nasıl caddeye çıkılıyor?? :))

dün aldım, baktım evvelsi gibi karmaşık da değil, usta çağırmaya gerek yok. artema da sağolsun, işçilik 27 tl istiyor! yok deve, kusura bakmayın.. parça 15 tl zaten. üstelik eldeki parçalara baktıklarında, gördük ki hepsinin iç mekanızmasını vermişler, musluğun dışı kalmış, bana sadece içini de satmıyorlar! bu yüzsüz ifademin ardından kız da bana "10 tl verin yeter" deyinece, evet, evet ilahi adalet var, var...var!

eve geldim, takıverdim kendim! ustaya vereceğim parayla da oğluşuma barış büfeden bir dönerli dürüm-ayran, kendime de bir elma-havuç suyu ısmarladım...iyi gün diye buna derim!

Pazar, Mart 14, 2010


Bu nasıl bir hava böyle? Kışa veda ediyoruz derken herkes gafil avlanıyor- öksüren, hapşıran, burun çeken gırla.. O nasıl bir rüzgar öyle? örme beremi tüm kış güzel güzel giydim, melon şapkama gerek duymadan, martın çalımını yiyiverdim. Burnum tıkalı.. Burnun etrafına, üstüne dokunduğumda pırt pırt ediyor.. Çok komik geliyor bir taraftan da. Oyuncağı olmayan çocuklar elleri ayakları ile oynar ya, benimki de o hesap galiba :)
Elleri ayakları ile oynayıp kafasını, gönlünü hoş eden bir çocuk olabilsem ne güzel olur. Gerçi bu hala etkili bir yöntem, o kadar büyümüş de değilim. 38 çok da büyük bir yaş değil! Sorumlulukların insanın belini bükebileceği bir yaş.. Ya da korkuların, beklentilerin.. Bugün çocukluk arkadaşım kızı ile geldi, caddeye çıktık, sonra geldik bizde oturduk.. Okul meselelerini konuştuk çocukların. Gözüm korktu. Benim oğlum 11 yaşında ve seneye malum şu acaip sınav koşturmacasının içine o da girecek. Bu mesele bizzat beni bastığı için ona nasıl bu süreci normalleştireceğimi, çekilir hale getirebileceğimi bilemiyorum. Aslında, çoğu zaman kendime kızıyorum, bir derlenip yurt dışında iş bulamadın, bir düzgün başvuru yapamadın diye.. Ne olacaktı o zaman? benim böye acaip bir huyum var: tembelliğimi inançsızlığımla- şüpheciliğimle örtmeye çalışırım. Çok kötü.. Neyse.
Yani benim oğlum, seneye hangi okulda olacak? Diyelim ki o okula girdi, oraya alışmaya çalışırken daha, o acaip sınav silsilesi başlayacak.. Akademik başarısını bu etkileyecek. zaten daha şimdiden bozuk çalıyor, okul neden değişiyor ki diye.. haklı çocuk. Ben de o sınavlara neden girdiğimi hiç anlamamıştım. Babamın inadından sadece 2 okul yazılmıştı: Kadıköy Anadolu ve Üsküdar Amerikan. İkisi de olmadı ve ben 2 hafta Erenköy Kız Lisesi'ne gittim, sonra rahmetli dedem gazete ilanında benmm okulun kontenjan duyurusunu gördü de orada devam ettim.. Işık. Oğlum da öyle iyi bir okula girsin istiyorum doğal olarak.. Ama sınav sonucuna annem nasıl bozulmuş, üzülmüştü..herkes karalar bağlamıştı ama benimle konuşan yok! ben de dedim ki herhalde çok kötü oldu bu, bunu kendimce ifade edeyim, sonuçtaki sorumluluğumu üstleneyim; aldım etrafta elime geçen kağıt parçalarını, koydum aralarına karbon kopya kağıdını, yazdım.. Neler yazdım? İşte, "ben çok aptal ve tembel bir çocuğum.. başaramadım.. herkesin üzülmesine sebep oldum.. üzgünüm " gibi şeyler. Bu kağıtları da evin çeşitli köşelerine özenle yerleştirdim. E, malum, bulunca duygusal anar falan filan.. Ama duygu sömürüsü için değildi .. Sorumluluk almıştım kendimce! Birileri belki daha iyi sınav oryantasyonu yapsaydı, sorumluluğu çalışrken alır daha önceden bir yerlere girerdim, ama işte aynı hesap; iyi bir okula girdim nihayetinde.. :)
Umarım oğlum da başarır, talihi ve aklı yardım eder..
Daha yazacak o kadar çok şey var ki.. Ama çok yoğun bir gündü ve sırtım hesap sormaya başladı bile.
Göürşürüz :)

Çarşamba, Mart 10, 2010


Evet, buraya akşamları bir şeyler yazmak insanı rahatlatıyor. Artık gece çökünce nasıl rahatlayacağımızı, nasl dinlenebileceğimizi bile hayal eder olduk galiba. İşte, cevap bu yazma işinin içinde gizli: Siz de açın bir blog, nasılsa uzuuuun bir süre kimse sizdenhaberdar olmayacak, ta ki birilerine dayanamayıp bir cuma gecesi sofrasında, ikinci kadehinizi yudumlarken, aman bu güzel insanlardan gizli şey mi olurmuş diyerek masaya bomba gibi blog haberinizi düşürene kadar! Eh, tabi sonra hangisine yanarsınız, psikiyatr koltuğundaymışcasına rahat rahat yazdığınız blogunuzun yanına yeni ir gizli blog açma gereğine mi, yoksa hala sizi kimsenin takip etmiyor olmasına mı? Çetin ikilemler bunlar! :)
Önemi yok, benim kimseye bir şey söylemeye niyetim de yok.. Valla bulursa tribünlere yazmaktan korkarım, başka bir şeyden değil! Gün içinde etrafımızdakilerin ekmeğine yeterince yağ ve bal sürüyoruz, burada sirke satmaya kararlıyım ben!
Şaka şaka.. Keskin sirke her yara zarar.
Nasıl koşturmacalı bir gün.. Evden de pek dışarı çıkmamış olmama rağmen. Koşturmacası şuydu: Aklımdakilere yetiştim! Hepsi de evle ilgiliymiş. Yürüyüşümü de yaptım. Hatta dün yaptığım quizleri okurken dışarda çayımı içtim. Sınav kağıdı okumak eve göre bir etkinlik değil kesinlikle. Muhakkak dışarı çıkılır. Evde sadece güzel şeyer okunur ve seyredilir ve dinlenir! O kadar.. Sınav kağıtlarının bu acaipliğinden kendimi de sorumlu tutsam iyi olur belki de.. hayır hayır.. Bir de onun sorumluluğu mu? Kalsın. hmmm.. Belki de bunu düşünmek gerek.. Dertlere yenilerini eklemek..
Bugün neden ekstradan yorunum? pınar hanımın kargosu geldi tabii. Anında yerleştirilecek, temizlenecek. Bu maceram yeni. Daha dört haftalık..Anlatırım.
Bu arada, ben kediye cadılık yapıyorum bazen, oğlumun da tavrı değişti! Bu çok kötü. Nasıl birden insan parlayıveriyor. Yine kendime bir hafta Yumak'ı sevmeme, dokunmama cezası vereceğim anlaşılan...
Picturica oynanacakbu sıkıcı kış akşamında şimdi. Bir de müzik koyarım havamız hemen değişir evde.. ne koysak? Bakalım.
Kaçtım :)

Pazartesi, Mart 08, 2010

..yarın için çantan hazır mı? Ödevler kondu mu? Çantanda gereksiz şeyler taşımıyorsun değil mi? Beslenmeni çıkardın mı? Bir çocuğa bu kadar çok soru aynı anda sorulur mu?

diye düşünürken bir yandan da, şu cevabı alır bu anne: "Anne, daha biliyorsun, ödevimi basmadık!"

Evet, bu çocuk türlü bilgisayar sorunlarını kendisi çözebilen, ödevlerini bir şekilde oraya buraya bakıp kendisi kotaran (internet ortamında araştırma yapmanın kurallarını da öğrendi galiba- ödev sitelerine bakmaması gerektiğini biliyor - ama daha Wikipedia'nın önünü alamadım!) bir 11 yaş çocuğu olarak, hala yazıcıyı bana kullandırıyor- illa benim elim değmeli sanırım. Ne yapmalı? Kızmalı mı? Saat 20.53 itibarıyla ne şekilde dinlenebileceği konusunda beynini dahi zor toplayan bir anne olarak, hayır diyorum yine de! Çünkü, bunları buraya yazınca aslında ne kadar şahane olduğunu fark ediyorum. Bunları 2 hafta ya da ay ya da yıl sonra okuyunca şefkatle iç geçireceğimi bildiğim için.. İyi ki var bu minikler hayatımızda! hepsini çok seviyorum!

Annneeee....Canım?.. Printer çalışmıyor!!! Onca şeyi boşuna mı yaptım?? Hıııııııı.. geldim canım..

Perşembe, Mart 04, 2010

BEN DE "BLOGLAMAYA" BAŞLADIM!
TÜRK DİLİNE NELER OLUYOR BÖYLE?!
Hayır, milliyetçi birisi değilim, ama ülkemi ve dilimi seviyorum.. Teknoloji ortamında dilimizi kuralları ile ve güzel tınılarıyla, anlamlı bir şekilde kullanabilmemiz için teknolojiyi bizim yarattığımız günü beklemeyeceğiz umarım!

TÜM BLOGCULAR, BİRLEŞİN, İTHAL İFADE ZİNCİRLERİNİ KIRIN; TDK SÖZLÜKLERİNİZİ BİLGİSAYARLARINIZIN YANINA YERLEŞTİRİN - ama lütfen "tıpkı basım", "yürür çalar" gibi numunelik buluşlara da pek itibar etmeyin :)

Neyse, ne diyordum.. Efendim ben, günün başında ya da sonunda paylaşacak güzel bir çift söz, düşünce, fikir beni bulursa, bunları paylaşmak için buradayım. Genel koşturmacanın içinde, sonunda, başında, arada sırada bu hepimize oluyor - güzel bir duygu bizi buluveriyor işte. Ben bunu Fransız filmlerinde kameranın yakaladığı anlık ışımalara benzetiyorum. Sinema çok iyi bilmem ama Fransız gerçekçilerinin anlık ışımaları olur ya, hani gerçek olan şey karakterlerden, olay örgüsünden, temadan bağımsız olarak bir gün ışığında parlayıverir.. Bağımsız, özgür gerçek. İlişiksiz. Bizim yaşadığımız anlık farkındalıklar da böyle değil mi? İnsanı kaptırıp gittiği yoldan uyandırıveren berreklıklar..

Tabi ki illa böyle yazabileceğim diye bir derdim yok, yazamam da. Benim aklım minik renkli kuşlar gibi daldan dala hoplayıp durur hep. Gerçek ve düş karışıktır hep. Gerçeğe basar, oradan düşe zıplar.. Hep böyle. Ne yapayım, benim aklım böyle.. Doğru düzgün kitap da okuyamam o yüzden. Heyecanlanır, bırakır ortasında hayal kurmaya ya da tasavvur etmeye etmeye başlarım okuduklarımı. Gerçek uçuştur bunlar, kafam çok iyi olur. Neredeyse o beyaz tavşanı da görebilirim! Ama bakın:

Kieslowsky Üçlemesinin ilk filmi Mavi'de Juliette'i cadde üzerinde bir banka oturtur, etrafını ışık huzmeleri kaplamıştır, bol güneş ışığı, öte yandan yaşlı bir hanım- üçlemenin paydasıydı sanırım, Beyaz'ı hatırlayamıyorum - iki büklüm olmuş bedenini doğrultarak şişe kumbarasına şişelerini atar, zar zor.. Juliette, kendini sarmalayan güneş ışınlarının arasında bir kedi gibi gerinir, silkinir ve mahmur edayla etrafına bakınır.

Bu sahnedeki varlık hali bana çok imrenilesi gelir hep.. Tercih işte.

İyi bir şeyler yoksa yazı da yok!

Görüşmek üzere..