Çarşamba, Mayıs 12, 2010


Merhaba,
bu resimdeki dost bir ay, değil mi?
bugün çok ilginç sebeplerden ötürü ay hakkında düşündüm.. hem de ne ilginç bağlar kurarak. sonra da kendimi edebiyat yeteneklerimden ötürü kutladım. ne de olsa edebiyat ve sanat hayatın zor, karanlık alanları ile barışma çabası insanların. işte, acaba hayatın zor ve karanlık tarafı ay ile mi sembolize ediliyor? ayın en genel geçer sembolizmasında bu yükün bulunduğuna yürekten inanıyorum.. zaten söz konusu ay ise inanmak dışında ne yapabilirsiniz? ne de olsa Armstrong'un adımına bile "inanmama" eğilimli görüşler dolaşmıyor mu etrafta? bakın, konu ay olunca en somut ve ilim bazlı etkinlikler bile 'inanıp inanmama' cenderesine giriveriyor! yok yok, bu ay büyülü!

İngilizlerin delirenlere eskiden "mooned" dediğini bilir misiniz? neden? hadi bir kaç felsefi / atmaca bağlam yaratalım. fesefeyi neden atmasyonun yanına koydum? felsefe hiç bilmem ben çünkü. metafizik benim duruşuma, görüşüme aykırıdır. evet, bir kaç doz mistik ton ararım hayatımda, fakat bu ancak naif, belli belirsiz bir melodi gibi gelip geçer bir an düşüncelerimden. daha fazlasından kendimi korumak için elimden geleni yaparım. bu da aslında deliliğe karşı bir mücadele gibi..bu da sorun belki.. Hamlet ne demiş annesine, "no ma'am, I'm too much in the sun"! ben de güneş ışığında kavrulmuş kalanlardanım aslında. ayın o sakin, dingin huzuruna tabi ki ihtiyacım var.. ama 'mooned' olmak da istemiyorum!

bu konulara nasıl mı geldim? şöyle (oldukça şaşıracaksınız- bu kadın nasıl savruluyor böyle diye):

bu sabah oğlumun Işık Lisesine kabul edildiğini öğrendiğimden beri bir tür mutluluk esrimesi yaşıyorum, annem de bana katıldı tabi.. çok dışa vurulmuş bir şey yok, ama her zamanki ortalama mutluluk eşiğimi yerinden oynatabilecek derecede mutluydum bugün. hatta günümü bu duyguya inanıp inanmamalı mı acaba diye acaip geleneksel paranoyalar bile pek bölmedi. fırsat vermedim, çünkü kutlama likörleri ve öğle yemeğinde bira içtim!

akşam üzeri, bir takım olumsuz taraflar da belirmeye başladı aklımın ucunda. hayat böyle bir şey ya.. hem parlak hem de karanlık taraflardan oluşuyor ve biz hep parlak tarafların peşinde koşarak Hamlet misali kavrulabiliyoruz. meselenin sadece parlak tarafını değil de karanlık yüzünü de görebilmenin iyi bir şey olduğunun bu akşam üzeri 'farkına vardım'. bu çok söylenen bir şey. fakat benim 'e, ne yapalım yani' de diyebileceğim bir şey aynı zamanda. bu nasıl anaşılır ve takdir edilir ve hayata mal edilir? yani hayata nasıl derinlik katacak bir değere dönüşür bu bilgi? sanırım ben bu bilginin değerine kani oldum bu akşam üzeri ve ay bana yardım etti.

bu okul meselesi, bir gül bahçesi değiil, hayatta parlayan hiç bir şeyin olmadığı gibi. ağır bir yük. hem çocuğa, hem masrafına katlanacak aileme. ben şimdiden daha iyi para kazanabileceğim iş arama planları yapıyorum, bir taraftan da memnunum, daha hareketli, diri bir hayatım olacak diye, ama karanlık taraf hala orada duruyor. karanlık potansiyelin ta kendisi.. o karanlığı kuşatabilir miyiz? şifresini çözmeden, içeriğin görmeden? o bir sır. bir yekun. belirsiz. ama illa bir kara delik olması gerekmiyor. asıl buna uyandım ben. karanlıkla barışmam, kabul etmem gereğine. bunu kafama sokmak için istediğim kadar Hegel diyalektiği çalışayım, ay kadar iyi bir öğretmen asla bulamazdım!

neden ay? bilmiyor musunuz, ay bizi uyutuyor! o bizim gecemize, karanlığımıza şahit. onun bekçisi. karanlığın, uykunun, bilinmeyen, görünmeyenin, rüyaların bekçisi o. biz gecemizi, karanlığımızı ona teslim edip uykularımıza çekiliyoruz. bazen onun da karanlığını görüyoruz, hatta onu kaybediyoruz. ay dışında, biz insanlara hem aydınlık, hem karanlık yüzünü beraber sergileyen ne var? kim var? bu çok muhteşem, mistik, büyülü bir gerçek değil mi sizce de? bu tıpkı aklı bir giden, bir gelen bir insan seyretmek gibi- aydınlığı da karanlığı da bir arada, yan yana sergileyen başka ne var? aydınlık akıl, gündüz ise, karanlık- gece ay nedir?
bilmiyorum. tek bildiğim onu seyredebildiğimiz! bir tam, bir yarım, bir çeyrek.. o bizim gecemizin bekçisi.. bize neler yansıtıyor? neler hatırlatıp öğretiyor?

bana şunları anlattı ay: asla hiçbir şey salt faydalı ve iyi olmayacaktır. bu insanın midesine kramplar sokabilecek bir bilgi. ama bu bir gerçekse, neden onu benimsemeyelim? neden kuşatamayalım? ayın hareketlerini kuşatamasak da, o sırada uykuda olsak da, bu hareketleri yaşıyoruz. hayatımızın parçası bunlar. sadece şuurlu vaktimizde değil de, uykudaki halimizle geçiriyoruz tanıklık anlarımızı.. ama oradayız. biz de, o da. ve ay çok güzel! çok gizemli, çok kuvvetli!

ne diyebilirim..bu basit bir ying-yang meselesi değil. bilmekle anlamak farklı şeyler. ben bugün bir şeyler anladım, ve gördüğünüz gibi anlatamıyorum doğru dürüst. buna şiir gerek. eminim Sunay Akın bu yazdıklarımı okusa imdadıma yetişir.. ama işte, ay size bir şey öğretti mi, aklınıza öğretmiyor.. onun bilgisi bambaşka taraflarına nüfuz ediyor insanın ve bir dinginlik veriyor. bir tür kabullenme, bilme yetisi veriyor, korkmadan. bence, gerçekten de eğer bu güç aydan gelmişse- yani öğretmeniniz ay olmuşsa eğer- çok müthiş, muhteşem bir güç, çünkü bir takım hayati bilginin- bilgeliğin- asimile edilmesini sağlayan bir gücü olduğuna inandım ben bu öğretmenin..güneşin aşırı aydınlığında kurumuş, sorunlarla aydınlıkta yüzleşmekten yıpranmış ruhların, zihinlerin çoraklığını, esrikliğini gideriyor!

ay, seni seviyorum ve henüz değerini yeni yeni anlıyorum senin. hayatıma hoş geldin! :)

Pazar, Mayıs 09, 2010

merhaba tekrar,
uzun zaman oldu yazmayalı. aslında yazmaya değer neyim var diye düşündüm arada. hayatımda tabi ki çok şey oluyor, ama yazılası şeyler mi? hani demiştim ya  ' sadece iyi şeyer' diye..

bugün anneler günü. pek çok şey yazıldı, çizildi, duygulu, sağduyulu yorumlar yapıldı.. insanların kırılgan hayatarına dokunulduğu gerçek. duyguların reklamı yapılır mı bilmiyorum- artık her şeyin reklamlarda ifadesi mümkün. reklamları -hele ki yenileri yeni çıkmış film gibi izlemiyor muyuz genellikle? ben bazen kendimi öyle buluyorum. öylece bakarken. o filmde bir şeyler arıyorum. ilginç değil mi?

oğlum ve ben gayet yorucu ve stresli bir hafta geçirdik. Teo 1-2 özel okulun ara sınıf sınavına girdi. sonuçlar bu hafta belli olur. cumartesi girdiği sınavın ardından babasına gitti, ben de eve döndüm. çok yorgun ve neredeyse hasta olduğumu fark ettim. neyse ki evelki akşamdan bir sürü yemeğim vardı, aç kalmadım- bu tür bitkinlik dönemlerinde tamamen tükeniveriyor insan ve ne ilginçtir ki, evindeki şeyler de birden tükenmiş oluyor! böyle kalıveriyorsunuz. bir sınav, yetişmesi gereken bir yazı- bir iş, hastalık.. neyse, bu tür dönemlere bir nevi temizlik dönemi olarak da bakılabilir, giden her şey yerine konur, hayat tıkır tıkır işler.. ama o tükenmişlik durumuyla yüz yüze gelindiği an gerçekten sıkıcı bir an. neyse, işte bunu yaşamadım. bir Woody Allen filmi koydum, Türk tiyatro tarihi çalışacağıma- bu imkansızdı zaten- film güzeldi tabi ki, evdeki yemeklerden bir sürü yedim. beni fil sanmayın- bilmiyorum filler çok mu yer- ama genelde çok az yerim. hatta o kadar az yerim ki, bir saat sonra karnım tekrar acıkır ve şaşarım- ne kadar az yediğimi unutup! resmen iştahını kaybetmiş bir kişiyim. ama dün gayet güzel yedim.. neyse. filmden bir saat kadar sonra oğlum geldi, o da hasta! babası hatta ibufen vermiş.. eh, tabi akşam ateş çıktı, ben de kıyamadım, yanımda yatmasına izin verdim.. ertesi gün anneler günü düşüncesiyle kendime duygusal baskı da yaptım tabi bu arada! kendi kendimin en büyük karabasanı ve duygusal manipülatörüyümdür :) ha bu arada, burada bir parantez açıp anneler gününün bu durumda kime hizmet ettiğini de tartışabilirz- bana etmediği kesin!

evet, asıl konuma gelebilmeyi başardım: anneler günü. bence yine de bir sakıncası yok. havada bir ortak değer ve duygunun asılı olduğu günleri seviyorum ben. bayramlar, yılbaşı, şu günü bu günü.. bence mahsuru yok. oğlumla anneme gittik. tchibo'dan kalp şeklinde pastalar almayı planlıyorduk ama Teo hafif ateşliydi, onu yormamak için eli kolu boş gittik. evden çıkarken de içimde bir mutluluk ve heyecan vardı, açıkçası 'anneler günü' sebebiyle. güzel bir şey yaplmasına vesile olduğu ve günlerin akışına başka bir heyecan, frekans kattığı için. anlamı hazır gelen bir gün!

görüşmek üzere, kendinize iyi bakın!